Göğe edebî yükseliş: Üze
Zeynep Özcan
Manitu Kitabevi'nden esen edebiyat rüzgârı, Ankara'nın ruhunu taşıyarak Kadıköy'de omzunuza değdiyse şaşırmayınız. Sevgili Nilgün Çelik, son eseriyle edebiyatımıza büyülü gerçekçilik, şehrimize güzellikler getirdi.
Üç yıl önce Kadıköy Yeldeğirmeni'nde kurulan yakın zamanda yeni yerine taşınan Manitu Kitabevi'ne, okurlar hem kitaplar için uğruyor hem de edebiyat, felsefe ve bilim üzerine düzenlenen söyleşilerde buluşuyor. Yakın zamanda özgün eserler yayımlanacağını da öğrendiğim bu güzide kitabevinde, Oğuzhan Ozan Yıldırım'ın özenli, nitelikli soruları; Nilgün Hanım'ın etkileyici yanıtları ve Üze'nin büyülü atmosferiyle edebiyatın kıyısında soluklandık…
Hotaman'ın Öyküleri kitabı, söyleşi ve edebî eleştirileriyle tanınan Nilgün Çelik'in yeni romanı, Mahal Yayınları'ından çıktı. Üze, mitolojinin kıyısına yanaşan, göğe yükselen, kendi öyküsünü yazan karakterlerin hikâyesi. Hayattan yansımalar taşırken dikkatimizi çekmese de varlığını bildiğimiz, görmezden geldiğimiz insanları ve dertleri görünür kılıyor. Topluma âdeta ayna tutuyor. Sevgili Nilgün Hanım'ın edebî bir derdi var, tercih hakkı tanınmadan evlenmek zorunda kalan, kocasından ayrılan, aldatılan, çocuğuyla baba evine dönen kadının hikâyesini anlatıyor ve anlatmaya devam etmek istiyor. Sevmeden evlenmek üzerine konuşulanlar ruhuma işlemiş olacak ki aklıma Şair Evlenmesi'nde geçen o cümleler geliyor… Şinasi, edebiyatımızın ilk tiyatro oyununda "Aşk ve sevgisiz evlenen geçinebilirse aşk olsun," diyor ve takip eden sayfada ekliyor: "Geçinemeyecek ne varmış; ya o akıllanır, ya sen çıldırırsın." Pek çoğumuz biliriz ki evlilikle başlayan hikâyeler, akıllanmak şöyle dursun genellikle çıldırmayla sonlanır. Bu duruma hayatlarımızdan ve dünya yazınından da pek çok örnek gösterilebilir. Edebiyat tarihimizin ilk tiyatro eserinde üzerinde durulan konu, Çelik'in kaleminde hatırlatılıyor. O, görünenlerin ötesini görebilen yazarlardan. Bir yandan yok sayılan yaraları işaret ediyor, diğer yandan onları edebiyat sargısıyla sarıyor. Edebiyatı aracı kılarak bize yenilgileriyle, acılarıyla insanı anlatıyor…
Üze, kendine büyülü gerçekçi edebiyatın sınırları içinde yer bulurken, toplumcu gerçekçi köy romanlarını da anımsatıyor. Sert hikâyesine rağmen roman, masalsı ruhuyla başlar. Kelimeler narin çiçeklere dönüşür, sayfa üzerinde birbiri ardına sıralanırken bize çayırda salınan, ruha huzur, zihne sakinlik veren çiğdemler, çuhalar, mavi çan çiçekleri gibi görünürler. Kimi kelime rüzgârı taşır, kimi gün batımını resmeder. Baharın uyanışını okumaz, âdeta seyrederiz. Satırların bizi, Üze'yi Üze kılan romanın gelini, Aynur'un sancısına götüreceğinden bihaberizdir. Romandaki akış da hayatlarımızdan farksızdır, açan çiçeklere, ruhu okşayan rüzgâra rağmen kötü olaylar gerçekleşmekten, yürek yakan haberler ansızın gelmekten geri durmayacaktır. Aynur'un geciken doğumunu beklerken kocası Hamit sigarada soluklanır, kayınvalide Cemile, şaşırtıcı bir şekilde gelini hakkında nice olumsuz düşünceye kapılır, kayınbaba Şavkı Ağa çilingir sofrasındadır. Endişeler içinde doğum yapan Aynur, bebeğinin sessizliğine gömülür. Anneliği yalnızlığından ve yürek yangınından tatmıştır. Evlattır hikâyeyi başlatan ve değiştiren… Genç kadın, ölü bir bebek dünyaya getirmiş, bunca vakit rahminde kendi cehennemini büyütmüştür. Hazin haberin dışarıya ulaşmasıyla hikâye su olup akar…
Ölüme doğan insan, yaşama doğanın aksine sonsuzdur
Kıymetli hocam Çiğdem Ülker, Sayfaya Yansıyan Hayattır Edebiyat kitabında "Roman kişisinin karakteri biraz da yaşadığı kente bağlıdır" der. Üze'nin karakterleri de Kastamonu'yla iç içedir. Aynur, dağdaki rüzgâra boyun eğen fidan kadar narin, Cemile iki esintiye geçit vermeyecek ağaçlar kadar serttir. Hikâye ilerledikçe görürüz, sancıların doğumla nihayete erdiğini düşünen yanılmıştır. Bu, bahardan yaza ve belki de nice mevsime uzayacak bir doğumdur. Ölüme doğan insan, yaşama doğanın aksine sonsuzdur. Arafta sıkışmamıştır. Nihai eviyle, sonsuzlukla buluşmuştur. Belki Marcus Aurelius'un dediği gibi bedeni toprağa düşerken ruhu göğe yükselmiştir belki de kutsal kitapların söylediği gibi geldiğimiz yere geri dönmüştür. Aynur'a yâr olmayan bebek, toprağa yâr olmuş, tepeye can vermiştir. Çelik'in kalemi öyle güçlüdür ki, acının karşısında susan kuşları, sinekleri, arıları görür gibi oluruz.
Kadının yalnızlığı sokakları, caddeleri, mahalleleri, şehirleri aşar
Kadın, bu topraklarda da yalnızdır. Cemile'nin, acıyı kaldıramayan ve atına binip kaçtığında dertlerinden uzaklaşacağını sanan kocası Şavkı Ağa'nın ardından "… neşenin en başına kurulmayı bilirsin. Kederi görünce kaçtın!" bağırışında birleşiriz. Bu haykırış biz kadınlara yabancı değildir. Hikâyenin annesi Cemile üzgündür fakat hikâyenin babasının aksine evindedir. Ölen bebeğin şanına yapılan yemekleri bir çırpıda döker. Yanlış yaptığını söyleyenlere, "Yemek benim, dert benim, ölü bebe benim, sana ne?" diyerek sessizleştirildiği yerden meydan okur. Toplum, bu meydan okumayı karşılıksız bırakmayacaktır. Yavrunun acısı unutulmuştur. Artık konuşulacak tek konu, topluma meydan okuyan kadındır. Dedikodular yükselir. Bu günahın, yeni bir bebeğin doğmasına engel olacağı ve yapılan yanlışın büyüklüğü konuşulur. Cesaret gösterip hayatını el âleme adamaktan vazgeçmek, Üze'de de kabul edilemez bir durumdur. Cemile'den hatasını telafi etmesi, kurban kesmesi, yemek yapması ve yatırın yanında köylüleri doyurması beklenir. Eve dönen kocasına: "Artık bu acıya da ortak değilsen tasını tarağını topla git, zıkkımlandığın yerde kal" deyişiyle, erkeklerce yükü ağırlaştırılan, yalnız bırakılan kadınlar bir kez daha görünür kılınır. Devam eden satırlarda: "Öyle ya, buradan başka ikimizin de gidecek evi mi var? O zaman Şavkı Ağa, ağa ol, beni yalnız bırakma" sözleriyle çaresizliği, çözülmesi gerekenleri acısına, kederine rağmen yine toprağımızın kara kaderlilerinin çözdüğünü anlatır. İster Kastamonu'da ister İstanbul'da ister başka bir kentte yaşasın; kadının yalnızlığı sokakları, caddeleri, mahalleleri, şehirleri aşar.
Şavkı'nın kaçışının kimden, neden olduğuna yanıt ararız. Önce bunun bir kadın-erkek kavgası olduğunu düşünsek de çok geçmeden hatırlarız. Coğrafyamızda kadının kavga etmeye hakkı yoktur. Cemile'nin mantıklı bir insan olduğunu satır aralarında okuruz. Köyde yemek vermekle, yatıra adak adamakla bebek sahibi olunmayacağına inansa da, köylülerin isteklerine boyun eğmekten de geri durmaz. Ona düşen, boyun eğmektir… Toplum bir kez daha aklı, mantığı bastırmıştır. Israr ve yaptırımlardan bunalan Cemile, adak adamayı kabul eder. Yeter ki arkasından konuşulmasın, yeter ki yeniden kabul görsün. Sofralar kurar, sofralar toplar fakat ne Sultan Ana'ya ne köy imamına ne de köylülere yetebilir…Çelik'in toplumu acı imgesi üzerinden ele alışına hayranlıkla bakarız. Köylülerin, acıyı yalnızca etin olduğu zengin sofralarda paylaştığını, kuru börek ve helvaya üç beş kişinin eşlik ettiğini görürüz. Aynur, haykırışıyla yüze vurulan gerçekler karşısında deli kabul edilirken toplum haklı ve çoklukları sebebiyle her türlü yaftayı yapıştıracak kadar güçlüdür.
Hikâyelerde aralıklarla ormanın en yüksek noktasına, Geyik Gölü'ne çıkarız. "Burada ne dilersen dile, iyiye çıkar. Güzele. Burada kötülük dileyemezsin. Dilin dönmez. Ellerin kalkmaz semaya kalbinde bu varsa. Geyik Gölü kardeşlik gölüdür. İyilik gölü." (sayfa 51) cümlelerini okuduğumuzda bu gölün sakini olmayı istemekten kendimizi alamayız. Zaman zaman Fırıncık Türbesi'nden bakarız… Anlatıcının peşine takılıp büyülü gerçeklikte yol alırız. Doğayla buluşur, canlıların av olmadığı, avcıların bulunmadığı günlerde; insanlığımızda, merhametimizde nefesleniriz. Salman Köyü'nün tepesindeki türbeden köyü ve ormanı seyrederiz. Köyde baharı, baharın yaza dönüşünü kimi zaman Sultan Ana'nın evinin önünde, kimi zaman köylünün avlusunda izleriz.
Cemile'nin Aynur'a kol kanat germesine sebep olan duygunun kaynağını anlamakta güçlük çekeriz. Gelinini bahçede çalıştırdığı için torununun ölü doğduğuna yönelik imalardan, dedikodulardan mı etkilenmiştir, yoksa ruhunda duyduğu hakiki vicdan azabı ve sevgiden mi kaynaklanır, kimi zaman karıştırırız.
Aynur'un çakır gözleri bazen bir yatırı bazen adındaki nurlarda bezeneni görür. Delirmek değilse de aklının karıştığından, psikolojisinin bozulduğundan emin olduğumuz genç kadın, elli dördüncü sayfadaki kimse gelmeyecek isyanıyla, o anda aklının yansımasını gösterir. Hak verirken bulur, acaba aklı pek de karışmamış mı diye düşünedururuz. Okurken evladını biraz ağaçlarda, biraz çiçeklerde çokça toprakta göreceğini düşünürüz. Fakat o, gökte, Aksakallı ve Altınsakallı dedelerde görür. Artık hayatlarını karanlık bir sis kaplamıştır. Bu sis, örf ve adetle çevrelenmiştir. Zaman zaman kadınlarda beliren aydınlanma emarelerinin sisi dağıttığını görürüz. Nihayetinde kendi de göğe yükselir. Bedeni arafta ruhu gökte midir, tamamen sonsuzluğa mı yükselmiştir bilinmez, okurun hayal gücünde saklıdır.
"Yol boyu ormanın içine baka baka ilerlemekle ormanın derinlerine girmek, aynı şey değildir. Derinler, karanlık ve gizemlidir. Görünenin ve bilinenin aksine saklanır orman. Sakin sessizdir ama tehlikelidir." Yazar bizi, ilk satırda her ne kadar narin çiçeklerle karşılasa da nihayetinde ulaştığımız yer bebeğin, Aynur'un sonuna benzer.
Nilgün Çelik, taşına toprağına hayran olduğu memleketini, harikulade betimlemelerle âdeta kelimeler yardımıyla resmederken toprakta biten çiçeklere, gökyüzüne yönelttiği hoş sözleri, karakterlerine sarf ettiğini görmeyiz. Gerçek acıları, gerçek sevinçleri anlatır. Üze'de yalnız Kastamonu'nun doğal güzelliklerine değil, acılarına, zorluklarına, yorgunluklarına, örf ve âdetlerine de tanık oluruz. Yaşar Kemal'i andıran betimlemeleri, insanlık hâllerini ve duygu dünyalarını yansıtışı, Kastamonu'ya yalnızca doğal güzellikleri üzerinden bakmayıp toplumun örf adı altındaki çirkinliklerini gözler önüne serişi ve duygu dünyamızı anlatış biçimiyle Üze, etkileyici bir kitap. Hakikaten de büyülü ve gerçekçi…
Zeynep Özcan