Klasik müzik denince çoğumuzun aklına ağır, sessiz ve mesafeli bir atmosfer gelir. İklim Tamkan sahneye çıktığında işler bambaşka bir boyuta taşınıyor. Piyanodan klavsene, tarihi tuşlu çalgılarla dinleyiciyi zamanda bir yolculuğa çıkaran Tamkan, konserlerini birer anlatıma dönüştürüyor; eserleri çalmanın ötesinde, onların hikâyelerini, kendi anılarını ve dinleyiciyle kurduğu eşsiz diyaloğu sahneye taşıyor.
Bugünkü röportajımızda, müziğin içinde büyüyen bir çocuğun hikâyesinden, Avrupa'nın disiplinli ve acımasız sahnelerine; oradan son single'ının ardındaki derin, hüzünlü ve içten dünyasına uzanıyoruz. Sohbetimiz öyle yoğun ki zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamıyoruz. Konserlerinin perde arkasına, tuşların arasına ve sanatçının ruhuna dokunan sohbetimizi okurken umarım siz de hislerini yaşayabilirsiniz.
Konserlerinizde seyirciyle nasıl bir diyalog kuruyorsunuz?
Repertuvarları yaparken konserlerde sadece çalmak istediğimiz, bildiğimiz ya da okulda öğretilen ağır repertuvarları seçmek yerine, eserleri tanıtıp anlatmayı tercih ediyorum. Konserlerimde neredeyse interaktif diyebileceğimiz bir şekilde mikrofonu alıp eserleri, anlamlarını ve benim anılarımı paylaşıyorum. Dinleyiciyle böyle bir iletişim kurmak bana da çok iyi geliyor. Konser sırasında sorularınız varsa lütfen sorun diyorum; bu hem eğlenceli hem de dinleyiciyle müzisyen arasındaki ilişkiyi daha eşit bir noktaya getiriyor.
Benim müziğim zaman zaman çok klasik ve muhafazakar olabilir, ama meraklısı olan herkesin ilgisini çekecek şekilde sunmak istiyorum. Bu yüzden şık şık giyinip kimsenin konuşmadığı klasik konserlerden hoşlanmıyorum. Kendi konserlerimde repertuvarı seçerken her eseri dinleyiciye anlatmayı, sürece dair fikirlerimi paylaşmayı önemsiyorum. Böylece insanlar müziği daha iyi anlıyor ve ilgileniyor. Çok ağır ve dinlemesi çok zor repertuvarlar koymamaya gayret ediyorum.
Gördüğüm kadarıyla her konserinizin aslında bir hikayesi oluyor.
Evet, hepsini özenle, duruma, ruh halime, anlatmak istediğime göre seçiyorum. Dinleyici açısından da daha tatlı oluyor, sahne enerjisi açısından da. Bazen biraz fazla konuştuğum oluyor; ama bu şekilde eserleri paylaşmak bana ve dinleyiciye daha fazla keyif veriyor. Duyguyu aktarmak ve bilmeyeni bilgilendirmek çok güzel bir his.
Hazırladığım repertuvarı, dinleyiciye zevk vermeye uygun daha kolay eserlerle de dengeliyorum. Böylece hem benim anlatmak istediğim müziklere yer açılıyor, hem de daha samimi bir paylaşım ortamı oluşuyor.
Konservatuvar sürecinde, müzik yolculuğuna çıktığınızda piyano ve klavsen yoksa başka bir enstrüman mı hayal ediyordunuz? Hatırladığınız çıkış hikayeniz nasıl?
Konservatuvara girdiğimiz yaşlarda, nasıl bir yola çıktığımızın çok bilincinde olmuyoruz. 11 yaşında babam bana "Konservatuvara gitmek ister misin?" dediğinde konservatuvarda ne yapıldığını bilmiyordum.
Çocukluğumdan itibaren çok müzikal bir ailede büyüdüm. Babam amatör bir dinleyici ve icracıydı; her şeyi çalardı. Kendisi inanılmaz güzel bas gitar, akustik gitar, melodika, mızıka, piyano çalardı ve şarkı söylerdi. Bu destek bana müzikal bir altyapı kazandırdı ve yolculuğum böyle başladı. Bir gün evimize bir piyano geldi. Heveslendim, o yaşta aslında ben çok da bilmeden mesleğimi seçmiş bulundum. Hayalimde tabii ki piyano çalmak vardı; fakat piyano çalarak nasıl yaşanır ve nasıl bir hayat yürütülebilir, 11 yaşında pek düşünemiyor insan.
Konservatuvara başladığımda "klavsen" diye bir enstrüman olduğunu zaten bilmiyordum. Klavsen, tamamen tesadüflerle tanıştığım bir enstrüman oldu. Avusturya'daki eğitimim sırasında yan enstrüman olarak tanışıp âşık oldum. Zamanla klavsen ve hatta kilise orgu da ilgimi çekti; piyanonun kronolojik gelişimi beni ilgilendiriyor. Dönemin müziğini farklı enstrümanlarla çalmak sürecime renk kattı.
Piyanodan klavsene ve tarihi bir yolculuğa çıkıyorsunuz; kendi yolculuğunuzla keşfediyorsunuz.
Evet, geçmişe hep gelecekten daha fazla ilgi duymuşumdur. "Nostalji bir hastalıktır" derler ama tarihi ve hikâyesi olan her şey çok ilgimi çeker. Bu insanlarda da, müziklerde de, eserlerde de böyle. Bu yüzden bana dönem müziği yapmak, şu an, şu şartlarda, bu anki hislerimizle o döneme kafa yormak daha ilginç geliyor. Dolayısıyla farklı farklı dönemlerden repertuvarlarım var, onları da farklı farklı enstrümanlarla çalmaya gayret ediyorum. Öylesi daha renkli ve eğlenceli geldiği için.
Çocukken hayaller kurarız ya. Siz o süreçte başka bir meslek hayal edebiliyor muydunuz?
Bilemem. Açıkçası 11 yaşında konservatuvara girmeden önce başka okulların sınavlarına da girmiştim. Babam beni Tevfik Fikret'e kaydetmek için götürmüş. Sonra kayıt sekreterliğinde vazgeçmişler. Hatta kimliğimi öğrenci işlerinde unutup eve dönmüşler. Babam sınava girdiğim diğer okullardan birine mi gitsem, Tevfik Fikret'e mi, konservatuvara mı gitmeliyim diye düşünürken o anda karar vermiş. Yani diğer okullara kaydolsam şu an bambaşka bir iş yapıyor olabilirdim.
Kararı onlar vermiş bir şekilde. O yıllarda da çok çalışkan ve çok meraklı bir tiptim. İyi okulları da kazanmıştım. Konservatuvar dışında bir okulda okusaydım, çok çalışkan biri olurdum. Organizasyon çok ilgimi çekiyor, halkla ilişkiler ilgimi çekiyor. Müzisyen olmasaydım ne olurdum bilmiyorum falan diyemeyeceğim. Olabileceğim şeyleri biliyorum, 3 aşağı 5 yukarı yeteneklerimden dolayı. Ama bugün geriye dönüp baktığımda, gıyabımda da olsa, ne kadar güzel bir karar vermiş ve beni ne kadar desteklemiş diyorum. Çünkü tüm o süreçte yeni bir enstrümanla ilgilenmem de babamın çok hoşuna gitmişti. Deep Purple'lar, Pink Floyd'larla büyümüş bir kızdım. Müzikal olarak çok desteklendiğim bir ailede büyüdüm. Onun çok etkisi oldu tabii.
Yani müzik kulağınız küçük yaşta oluşmuş.
Babam gerçekten rafine zevkleri olan rockçı bir babaydı. Aynı zamanda bir iş insanıydı. "Benim kızım rahat rahat, güzel güzel keyfince müzik yapsın; ben de onun keyfini çıkarayım." gibi bir felsefeyle yaklaştı hep. Yoksa bunu mesele haline getirip beni 5 yaşında da başlatabilirdi piyanoya. Ama ben meslektaşlarımın aksine 11 yaşında başladım. Aslında tam anlamıyla tüm bilinçle beni bir sahaya bırakmış değil.
Babam müzikle ilgileniyordu, yatkınlık genetikten de gelmiş olabilir; ama bu benim virtüöz olarak doğmama sebep olmadı. Babam konservatuvar okumak istemiş ama dedem izin vermemiş. Belki de o yüzden kendi gerçekleştiremediği hayali kızı yapabilsin istedi. İyi ki de istemiş, iyi ki de olmuş. Babamın destekleyici tavrı ve hayalini gerçekleştirebilmem için sağladığı ortam sayesinde bu yolu seçtim. Üniversite 1'de Viyana'ya gitmekle yurtdışı serüvenim başladı ve Avrupa deneyimi hayatımı, vizyonumu şekillendirdi.
Herkesin hikâyesi farklı. Daha önce Ayla Algan'la yaptığım bir söyleşide bana "Sanat yetenekten öte bir disiplindir, çalışırsanız yapamayacağınız şey yoktur" demişti; o söz beni çok etkilemişti. Sizde nasıl karşılık buluyor bu düşünce?
Ben de ilhama değil, disiplin ve çalışkanlığa inanıyorum. Üretim azmi ve inatçı bir çalışma ruhu olmadan hiçbir şeyin mümkün olmadığını düşünüyorum. Avrupa yıllarım bana bunu öğretti.
Avrupa'daki deneyim sizi nasıl besledi?
O havayı solumak bile insana çok şey katıyor; oradaki hocalar, müfredat, anlayış ve disiplin bambaşka. Avusturya ve Almanya'da bu camianın ne kadar acımasız bir ring olduğunu hissediyorsunuz ama aynı zamanda sizi dünya insanı da yapıyor. Beethoven'ın ya da Mozart'ın doğduğu, yaşadığı, eserlerini çaldığı, ilk seslendirmelerin yapıldığı mekânlarda bulunmak bile ufku açıyor. Benim 18 yaşından 30 yaşıma kadar süren Avrupa serüvenim, değerlerimi ve görüşümü şekillendiren, beni ortaya koyan, yönlendiren ve oturtan bir dönem oldu. Gözlemlerim, terbiyem, disiplinim ve sisteme dair temel değerlerimin çoğunu Avrupa'da edindim. Türkiye'ye dönüşüm biraz sancılıydı ama yine de "İyi ki gitmişim, iyi ki görmüşüm" diyorum. Bugün hâlâ mümkün olduğunda bir ayağımı orada tutmaya, gidip gelmeye çalışıyorum.
Yurt dışında Türk olmakta zorlandınız mı?
Okulum çok multi-kulti bir yerdi; hocalarımız dünyanın her yerindendi. Viyana'nın kaosundan yorulmuş pek çok yıldız hoca vardı ve biz dünyanın en iyi bestecilerinden ders alıyorduk; hatta müzik tarihi hocamız bile adeta bir filozoftu. Okulda hiç ırkçılık yaşamadım çünkü herkes farklı bir coğrafyadan gelmişti. Ama Avusturya'daki, özellikle Graz'daki yaşam için aynı şeyi söyleyemem; devlet dairelerinde, özellikle vize uzatma dönemlerinde Türkiye'den geliyor olmanın dezavantajlarını hissettim. Yine de bunun yanında çok değerli anlar da yaşadım. Örneğin ben Schubert çaldıktan sonra bir Avusturyalı komşumun bana, "Bizim kültürümüzü, müziğimizi bu kadar incelikle bize gösterdiğin için seninle gurur duyuyorum, ne kadar güzel bir şey bu" demesi benim için çok kıymetliydi. Dolayısıyla yurt dışında Türk olmak zaman zaman sancılı olsa da, aynı zamanda çok öğretici ve güzel deneyimler barındırdı.
Türkiye size nasıl geliyor? 30 yaşından beri buradasınız. Ülkenin inişleri, çıkışları malum; her gün farklı bir gündem yaşıyoruz. Siz sanatınızla ayakta duran, güçlü bir sanatçısınız. Bu koşullarda ne hissediyorsunuz, gün sizin için ne ifade ediyor? Mesela sabah uyandığınızda bir konseriniz olabilir ama bir anda gündem değişiyor, iptaller yaşanabiliyor. Bu size neler hissettiriyor?
Ben toplumsal olaylara duyarsız kalabilen biri değilim. Hissettiğim her konuda fikrimi beyan etmekten çekinmem; bu hem karakterim hem de durduğum yerle ilgili. Ancak ülkenin üretime ilham veren, sanatçıları kolay ve iyi şartlarda teşvik eden bir ortam sunduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin, bir konser iptal edildiğinde şunu düşünüyorum: O zaman muhasebeci de, bankacı da, herkes işini bıraksın. Çünkü bizim işimiz yalnızca bir "eğlence sektörü" olarak görülüyor, bu büyük bir yanılgı.
Biz de sabah kalkıyoruz, mesaimize başlıyoruz, üretiyoruz. İnsanlarla iletişim kuruyor, hizmet sunuyor ve bunun karşılığında hayatımızı sürdürüyoruz. Ama bu emeğin aynı ciddiyetle anlaşılmadığı bir ortamda olmak çok zorlayıcı. Yurt dışında bu süreçlerin çok daha kolay organize edilebildiğini görüyoruz; çünkü orada destekleyici faktörler fazla. Bu demek değil ki burada hiçbir şey yok. Tam tersine, yaşadığınız ülkede söylemek istedikleriniz için vicdani ve ahlaki sorumluluklar sizi üretmeye zorluyor. Kendi ülkenizde direnerek üretmek, aslında başka hiçbir yerde bulamayacağınız bir itici güç de yaratıyor.
Sanatla uğraşmak dünyanın hiçbir yerinde kolay değil. Ama yaşadığınız ülkenin siyasi, kültürel ve sanat politikaları size destek olabiliyorsa, hayatınız da üretiminiz de biraz daha kolaylaşabiliyor.
Avrupa'daki kültür sanat bilinci bambaşka. Onlarda bu bir gelenek, yıllardır süregelen bir kültür politikası. Sanatın yetkinliklerine inanılmaz bir değer veriyorlar; sanat da kültür de çok kıymetli. Hatta kendi kültürlerinde olmayanı bile ortaya çıkarmaya, yaşatmaya çalışıyorlar. Benim yurt dışındaki gözlemlerim hep bu yönde oldu. Bizim ülkemizde ise daha sınırlı bir kitleye hitap ediyoruz. Bir anlamda denize atılan bir taş gibi… O taşın halkalarının yayılmasını bekliyoruz. Ama ne olursa olsun, ben hep şunu söylüyorum: İyi ki sanat var, iyi ki sanatın diliyle konuşabiliyoruz. Peki bize biraz klavsen hakkında bir şeyler anlatabilir misiniz?
Klavsen de bu bağlamda çok özel bir enstrüman. Tarihsel olarak piyano ortaya çıkmadan önce kullanılan, dönemin müziğini taşıyan bir çalgı. Aslında piyanoda dinlediğimiz birçok eser, özellikle de Bach'ın tanıdık ezgileri ya da dönemin meşhur melodileri, ilk olarak klavsen, kilise orgu ya da diğer eski tuşlu çalgılar için yazılmıştır. Klavsen için bestelenmiş eserler enstrümanın modeline, büyüklüğüne ve stiline göre farklılık gösterir. İki katlı, tek katlı; Alman, İngiliz ya da İtalyan vb. tipleri vardır ve müzik de bu çeşitliliğe göre şekillenir.
Elbette piyanoda bunların hepsini çalmak mümkündür, çünkü her ikisi de tuşlu çalgıdır. Ama bazı eserler piyanoya çok daha uygunken, bazıları teknik ve yorumlama farklılıkları nedeniyle aynı etkiyi vermez. Örneğin J. Mattheson'un bir klavsen süitini klavsende çalmakla piyanoda çalmak arasında büyük fark vardır. Piyanoda çalmak mümkündür ama duyacağınız ruh, enstrümanın doğasına bağlı olarak değişir. Goldberg Varyasyonları da bunun güzel bir örneği: Hem piyanoda hem de klavsende dinleyebilirsiniz, ancak hissiyatı farklıdır.
Ben icralarımda mümkün olduğunca eserin doğasına uygun kalmaya, dinleyicime de bu farklılıkları hissettirmeye çalışıyorum. Örneğin, klavsen için yazılmış bir eseri piyanoda çaldığımda mutlaka arka planını anlatırım: "Bu eser şu yüzyılda, şu besteci tarafından klavsen için yazılmış ama ben size bugün ilk kez piyanoda çalıyorum," derim. Çünkü benim için işin ruhu, o tarihi bağlam çok önemli. Umarım dinleyici de bu aktarımı hissedebilir.
Sonuçta klavsen için özgün olarak yazılmış sayısız eser var. Bu mirası korumak ve piyanoyla yorumlamak hem teknik hem de sanatsal açıdan bambaşka bir deneyim.
Takipçilerimizden çok merak edilen bir soru var: Piyano ve klavsende en çok neleri çalmayı seviyorsunuz? Mesela Bach mı, Mozart mı daha çok ilginizi çekiyor?
Aslında her iki enstrümanı da çok seviyorum; ayırmak mümkün değil. Sevdiğim besteciler dönem dönem değişiyor. Örneğin klavsende özellikle Fransız besteciler Jacques Duphly ve Jean-Philippe Rameau'yu çok severim, Bach da hayatımda her zaman özel bir yere sahip. O dönemdeki ruh halime, hazırladığım konserin atmosferine göre tercih yapıyorum. Hiç çalmadığım besteciler de var ama genel olarak daha rafine, daha az sesle daha derin bir ifade yakalayabileceğim eserleri seçmeye özen gösteriyorum.
İki enstrümanı birbirinden ayırmam mümkün değil; adeta birine kızım, diğerine oğlum diyorum. Klavsenle daha geç tanıştığım için onunla yeni şeyler denemek bana biraz daha ilginç geliyor. İlkel yanını keşfetmek, sınırlarını zorlamak heyecan veriyor. Piyanoya ise zaten tutkuyla bağlıyım; kayıt yaparken de sahnede de bu bağ hiç değişmiyor. Hatta zaman zaman iki enstrümanı bir araya getirerek konserlerimde ikisini de harmanlıyorum. Sonuçta ikisine de aynı tutkuyla bağlıyım, ikisi de hayatımda vazgeçilmez.
Gelelim günümüze… Son single'ınızdan bahsedelim. Eser çok hüzün barındırıyor, birçok duygu taşıyor bana göre. Bize biraz anlatır mısınız?
Çok hikâyesi olan ve benim için çok özel bir eser. Aslında bütün kayıtlarımın kapağından fikrine kadar her biri ayrı bir önem taşıyor ve hepsini aynı özenle sunmaya çalışıyorum. Ama bu kayıt hayatımda biraz daha farklı bir yerde; çünkü çeşitli tesadüflerle şekillendi ve hayatımın belirleyici bir döneminde üretildi. Çok sevdiğim, inanılmaz bir ezgi: Ermeni besteci Arno Babajanian'a ait. İlk dinlediğimde vurulmuştum, "Bu herkesin kalbine dokunacak bir eser" demiştim. Muhafazakâr klasik müzik dinleyicisini de, yeni başlayanları da, hatta farklı müzik türleriyle ilgilenen insanları bile içine alabilecek bir gücü vardı. İlk olarak Batman ve Diyarbakır'da bir arkadaşımla vokal ve duduk eşliğinde çaldım. Daha sonra repertuvarıma solo olarak almak ve kaydetmek istedim. O süreçte, 18 yaşımdan beri tanıdığım sevgili Ermeni bir dostum bana "Sen bu ezgiyi nereden biliyorsun?" diye sordu. Onun için de çocukluğunu, geçmişini hatırlatan çok derin bir anlam taşıyordu. Böylece tesadüflerle başlayan bir zincir, benim için de farklı bir yere oturdu.
Bu süreçte değerli yazar Takuhi Tovmasyan bana büyük ilham verdi; hem itici güç oldu hem de gerçekten sarılarak destekledi. Single'ın kapağı da çok özel. Takuhi Hanım'ın aile dostlarıyla birlikte kurduğu kalabalık, mutlu bir sofradan alınan bir görüntü. O sofrada hissettiğim birliktelik, paylaşım ve dayanışma duygusunu eserin kapağına taşımak istedim. Bir gün o sofraya konuk olduğumda hissettiklerim çok güçlüydü; aylar sonra "Acaba bu kapağı kullanabilir miyim?" diye sorduğumda, "Bundan daha iyi bir fikir olamaz" dedi. Böylece projeyi sırtladık ve her aşamasında yanımda oldu.
Arkamda dev bir ekip vardı çünkü kolay bir iş değildi. Daha önce hiç video kaydı alınmamış çok özel bir kilisede - Beşiktaş'taki Surp Asdvadzadzin Kilisesi'nde- kaydı gerçekleştirdik. Orada video çekmek çok değerliydi, çünkü bugüne kadar kimseye izin verilmemişti. Benim projem için izin verildiğinde "Nasıl oldu da bu gerçekleşti?" diye şaşıranlar oldu. Çekim tamamlandığında ise kilise vakfı yöneticilerinden ve katkı sağlayanlardan muazzam tebrikler aldım. "Ellerinize sağlık, böyle bir şey olacağını hiç hayal etmiyorduk" dediler.
Dolayısıyla bu proje benim için ciddi bir aile sıcaklığı, kolektif yaşam ve dayanışma duygusunu iliklerime kadar hissettirdi. Kaydından videosuna, hazırlık sürecinden sunumuna kadar her aşaması özel bir deneyimdi. Belki de hayatımda en keyifle, en kalbimi titreterek çaldığım eserlerden biri oldu. Bu yüzden onun yeni bir kaydını yapmış olmaktan çok büyük mutluluk duyuyorum.
Çok güzel bir klip… Sizinle buluşmaya gelmeden önce tekrar izledim. Çok hüzünlü, çok içli; insan merak ediyor hikayesini. Sizin kapıdan girdiğiniz andan itibaren "Ne gelecek?" diye düşünüyorsunuz. Bir hikâye başlıyor ve kendinizi bu hikayenin içinde hayal ediyorsunuz.
Evet, benim için de çok ilginç bir deneyimdi ve gördüğümüz hiçbir şey orada kurgu değil; tamamen hakiki. Video çekilmeden önce kapıyı açıp yürümeye o anda karar verdim, her şeyiyle atmosferi ve duygusuyla esere çok hizmet eden bir video oldu. Sevgili dostum, yönetmen Melda Tarı ve çok tatlı bir ekiple çalıştık. Bugün geriye dönüp baktığımda ilgilisini, meraklısını doğru bir anlatımla ve doğru bir felsefeyle söylemek istediklerime ulaştırdığını hissediyorum. Sanatçı için bir projede en önemli şey, içine sinmesidir; bu video gerçekten hayal ettiğim gibi oldu. Hem beni hem de yakın çevremi çok mutlu eden, içimize sinen kolektif bir üretim diyebilirim.
Yakında Kilise'den bir konser gelir mi sizce?
Kasım ayında Kırım Kilisesi'nde değerli meslektaşım Türkü Yavuz ile iki konserimiz olacak. Aynı zamanda St. Antuan Kilisesi'nde Musicandle Konserleri kapsamında kilise orgu ile sahne almaya devam ediyor olacağım. Yine Kasım ayında Boyacıköy Ermeni Kilisesi'nde ve Yeldeğirmeni Sanat Merkezi'nde tarihi tuşlu çalgılarla konserlerim olacak. Bu konserlerde de karma bir repertuvar sunma niyetim var.
Sohbetimizin ikinci bölümü ise bir sonraki yazımızda sizlerle buluşacak.