Haberler

Gürol Sözen ile yarım yüzyıldan seçmeler

Yeşim Mutlu

Yeşim Mutlu

Fotoğrafçı Influencer Dijital İçerik Üreticisi
02.12.2024 10:18

Güneşli bir Kasım günü… Karnımda kelebekler uçuşuyor, çok heyecanlıyım. Duayen sanatçı Gürol Sözen ile tanışacağım. İlkokulun ilk gününde gibi hissediyorum. Siyah önlüğünü giymiş, beyaz yakasını takmış, saçlarını taramış, geceden baş ucuna koyduğu ayakkabılarını giymiş öğretmeniyle ilk kez tanışacak o küçük kız. Okuyacak, okuyacak, okuyacak…

Ressam, yazar, heykeltıraş, sanat tarihçisi ve köşe yazarı Gürol Sözen'in evinde, atölyesinde buluşacağız. Bebek Ehram Yokuşu'nu nefes nefese çıkıyorum. Evi bulamayınca Gürol Bey'i arıyorum.

- Geldim, köşedeyim.

- Gelip sizi alayım.

"Zahmet etmeyin" dememe kalmadan köşeden hızlı adımlarla karşılıyor beni. Mahcup adımlarla eve doğru ilerliyorum. Bahçedeki kediler hoş geldin dercesine miyavlıyor. Kapıda sahiplendikleri hayvan dostları havlayarak beni bekliyor. Güler yüzüyle bizi karşılayan Zeynep Hanım'ı da görünce diyorum ki Yeşim çok şanslısın, ne harika insanlar karşılıyor seni.

Ev ziyaretleri çok değerlidir benim için. Bir ailenin yaşadığı en özel yerdir. Eve girdiğim andan itibaren içimden sonsuz teşekkür ediyordum hayat kapılarını araladıkları için. Begonviller, kumrular, güvercinler, martılar, resimler, ikonalar, heykeller, el yazmaları, klasik müzik eşlik ediyor sohbetimize. Gürol Bey'in hayat dolu ışığının yansıması gibi evde her yeri sanat parlatıyor ve bu evde yaşam çok dinamik.

Hayata, sanata ve kendisine dair sohbetimiz başlamadan önce bugünün anısı kalsın diyerek Zeynep Hanım ile fotoğraflarını çekiyorum. Fotoğrafı çekerken vizörden gördüğüm anda ağzımdan "Nasıl güzelsiniz" çıkıveriyor.

Zeynep Hanım beni Gürol Bey ile yalnız bırakıyor. Ses kaydını açıyorum, başlıyoruz….

Gürol Bey Nasılsınız? İyi misiniz? Nasıl hissediyorsunuz? Hayat nasıl gidiyor?

"Hayat hepimizin bildiği gibi…" desem, kuşkuyla bakarsınız yüzüme; "Nasıl yani?" der gibi. Çocukluğumda, "Abdülvahap yeni hayat," diye bir şeker satarlardı seyyar şekerciler. Yeni hayat şekeri vardı da gerisini sanırım biz uydurmuştuk! Daha o zamanlar 'kemale' ermemiştik! O bollukta bula bula 'araplaşma' sevdasına yakalanmamıştık; masumduk! Şimdilerde Dubai çukulatası piyasada; içi de Antep fıstıklı. Yeme de yanında yat cinsinden. 12 bin yıllık Anadolu coğrafyasında 'Dubai çukulatasına teşne olmak doğrusu maharet ister!

Ünlü Bebek badem ezmecisi dostum Sevim rahmete kavuşmadan önce bu rakip firmayı duysaydı, kalpten giderdi! Hani, 'acılı Adana kebabı' deseler olabilir', derim! Yani 'kader utansın' da diyemiyorum. En iyisi,' yamalı bohçe,' desem!.. Olmadı! "Hayat nasıl gidiyor," sorunuza da benden habersiz gidiyor, desem olur mu?

Açıkçası sizi sizden dinlemek isterim. "Güzeli Arayış" kitabınızla söze başlayalım mı?

Kendimi anlatmaya çalışırsam, Gürol çok kızar! En iyisi, 'Güzeli Arayış' kitap / sergi projesinin peşine takılmak. "Güzeli Arayış" inadına yapılmış bir kitap: Daha doğrusu ise 2008 yılında, 'Güzeli Arayış' başlığı ile 16. Yüzyıl yapısı İbrahim Paşa Sarayı yani günümüzde ki Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin tüm salonlarında sergilenen eserlerin kitabı bu sözünü ettiğiniz. Bu sergide, Anadolu müzelerinden seçilmiş bine yakın eser sergilendi. Yabancı ağırlıklı olmak üzere müzeye giriş kayıtlarına göre 42.500 kişi gezdi. Tam bir imece çalışma: Yüze yakın dost yazar, müzeci, bilim insanı, sanatçı gönüllü katkıda bulundu bu büyük projeye. Tam anlamıyla bir başkaldırı, demem gerek. Kime, kimlere mi? Toplumdaki sayıca fazla umarsızlara. 12 bin yıllık uygarlıktan seçmeler sergisi… Neden mi inadına? Anadolu topraklarında herkes bizi ya göçmen zannediyor ya da sığınmacı. Hatta abim Prof. Dr. Metin Sözen (sanat tarihçisi ve Çekül'ün, çevre ve kültür değerlerini koruma vakfının kurucusu)tüm bu coğrafyada köşe bucak kültürel mirasa gönüllü dostlarla sahip çıkıp, imece ile kotarılan, Tarihi kentler olarak ne varsa yaşama geçirilirken ayak bağı olanlara dayanamayıp tanımlamıştı: "Biz bu ülkenin ev sahibi mi yoksa kiracısı mıyız? "demesine ben de ironili eklemede bulunmak istemiştim: "Kiracısıyız ama kirasını ödemiyoruz…

Prof. Dr. Zeynep Sözen ile birlikte yazdığımız 'Güzeli Arayış' kitabı işte bu sergiye öncülük etti… Güzeli Arayış'ı yıllarca, çeşitli üniversitelerde, seçmeli ders olarak bilebildiğim kadarı ile anlatmaya çalıştım. Bir kez daha tekrarlamak isterim: Bu coğrafyaya yazık oluyor: Çok zengin bir kültürel birikiminin üzerinde yaşıyoruz. Üzülerek söylüyorum, bile bile farkında değiliz. Sanki kıraç ve yoksul bir coğrafyada yaşıyoruz: Alıcısı yok! Paraca sanmasınlar, beleşine bile! Giderek buldozer gibi üzerinden geçiyoruz; doğayı vahşi kentleşme ile yok ederken... Böylesine görkemli kültürel varlığa sahip topraklarımızdan yararlanamamayı adlandırmak için sözcük bulamıyorum. Gönül isterdi ki bu coğrafya, gerçekten onu algılamasını ve onda yaşama sevincinin farkında olmasını bilen bir toplumun hak ettiği bir yer olsaydı. Arayış, evrensel… Senin, benim, onların vazgeçilmezi. Umutsuzluğun, karamsarlığın içinde soluk alacağımız, onur duyacağımız, akçesi ön planda olmayan gerçek yaşam. Halil Cibran'ın tanımı: Güneşe arkanı dönme. Kendi gölgeni görürsün."

Oturduğumuz yerden karşı kıyılara, Anadolu yakasına bakıyorum. Gördüğünüz gibi begonviller var. Ve ayrıca, yaprağından önce, güneşi görür görmez çiçeğini açan erguvanlar... Balkonumda kuşlar; güvercinler, kumrular, serçeler, kargalar, martılar, karanın içinde noktalı beyazları ile sığırcıklar da var. Ah o sığırcıklar; onların binlercesinin, bulutlar gibi gökyüzünde dans edişlerine tanık oldum bir gün.Resim mi bale mi şiir mi koro mu başkaldırı mı keyif mi? Ama bizlere inat, gökyüzünde bir şöleni başlatmışlardı. Doğayla kurulan ahbaplığı ne yazık ki insanlarla kuramıyorsunuz. Her yerde savaş, hırs, kirlenme, yok etme, hınç, yalan dolan... Ve bizi seyreyleyen yaralı doğa! Çünkü baltalar elimizde. Hani bir dokun bin ah işit derler ya öyleyim. Sanatçılar çok fazla gevezedir, kusura bakmayın. Ben de onlarla biriyim. Yazdıklarım ve çizdiklerimle. Ama tek özürüm; binlerce yıldan beri her koşulda karşımıza çıkan tek şey: Aramak! Güzeli Arayış… Ben onların yalancısıyım.

Estağfurullah.

Kızım bana derdi ki; "Baba seni bir yere götürmek çok zor. Gittiğin yerden de kalkmasını bilmezsin," Şimdi onun gibi ben de öyle tanımlıyorum kendimi. Bu bir yakınma. Yazdıklarım, çizdiklerimde hep onlar var. Ama inan karamsarım. Yok ediş bizi, bizleri esir almış…

Öğrenciliğiniz, dersem…

Kabataş Erkek Lisesi'nde okudum. Deniz kıyısında. Büyük bir şans. Ders arasında rıhtımda balık tutardık. Sonra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü'ne girdim. Abim Metin, zaten sanat tarihinde asistandı. Amacım, merakım resmimin yanı sıra bu topraklarda yaşayan uygarlıkların derinliklerine inebilmekti. Uygarlıkların ürettiklerini kayda geçmek, esinlenmek. Dostlarla İstanbul'u ve Anadolu'yu gezip durduk. Varlıktan değil, hırpanilikten!

Tabii öğrenciyken komik gelen, şeyler yani ironi hep vardı. Ben 7 yılda sanat tarihini bitirdim. Ünlü tiyatro yazarı; 'Midasın kulakları oyunu ile yankılar yapan Güngör Dilmen, tiyatro oyunu 4. Murad'ın yazarı ve çevirmen Turan Oflazoğlu vb. hep birlikteydik. Üniversitede onlar benden daha kıdemliydiler on yıllık mı desem! Klasik filolojide okuyorlardı, hep araştırarak, esinlenerek... Dediler ki "Ne diye gideceksin şimdi askere? Uzat hikâyeyi. Burada hep birlikte dostlukları yaşa." Sözlerini tuttum! Yazarı, çizeri, filoloğu, şairi, müzisyenleri, bilgeleri, eğitmenleri ile dopdolu bir eğitim. Derste değil, koridorlarda, konserlerde, dergiler çıkarıp edebiyat günleri yaparken ve tabii ki Çiçek Pasajı meyhanelerinde…

Kitabın içeriği hakkında neler düşünüyordunuz? "Bunu basmalıyız" dediklerinde ne hissettiniz?

Başlangıçta dediler ki, "Bu kitap tamamlanmış bir proje hem renkli hem de derinlikli ve merak ettirici. Hem bilgi var hem masallar hem de objeler... Harika bir kitap!" Sonra HSBC'den çok sevdiğim bir dostum, Ömer Kayalıoğlu, sanat, kültür ve iletişim başkanı öncülük edip bu projeye dahil olmayı teklif etti: "Bizim bu kitabı basmamız gerek," Ben de "Bu topraklar adına kültürel namusu sahiplenip kurtarmamız lazım", dedim. Biraz önce sözünü ettiğim proje böyle başladı. Önsözünü GEO Piraye Antika yazdı. Bir gerekçem vardı; şımarmıştım! Bu kitapta yazdıklarımız evrensellik adına bir başkaldırı. Gelin bu yazdıklarımızı belgeleyelim; uyduruyoruz sanmasınlar. Anadolu müzelerinden seçme eserlerle (ki kitapta sözünü ettiğimiz) alın size gerçek Anadolu, diyelim. "El kapısında nöbete ara verelim! Uygarlıkların kaynağı Anadolu topraklarına belgelerle sahip çıkalım. Aha işte bak gör! Bunlar bu topraklara ait!" Tabii ki sergi büyük ilgi gördü. Ama en güzeli, keyfini öylesine güzel çıkardık ki! Daha önce: Topkapı Sarayı ve Arkeoloji Müzelerinde sergilenen, tüm Anadolu Müzelerinden gelen eserlerle Kültür Bakanlığı Avrupa Konseyi 18. Avrupa Sanat Sergisi Anadolu Medeniyetleri (22 Mayıs-30 Ekim 1983) büyük etkinliğinin Aya İreni de multivizyon gösterisinin metni, kurgusu ve seslendirmesini yönetmiştim. Sevgili Cüneyt Türel' in yalın ve etkin sesiyle. O da yok olup gitti hayattan. Tabii ki arşive bu sunum girmedi. Huyumuz kurusun!

Serginin fiziksel boyutlarına değinelim. Burası nasıl bir alandı ve nasıl bir organizasyon yapıldı?

?Serginin yer aldığı mekân giriş, tonozlu bölümüydü önce. Baktım ki olay, yani eserlerin görselliği olağanüstü yorumlara açık. Mimarinin ötesinde depolardaki günışığına çıkmamış, edebiyatı ve yazılı belgeleri ile başlı başına bir şölen. Üstelik sevgili dostlarım müzeciler, yazarlar, tasarımcılar ve olağandışı fotoğraflar ile yepyeni bir olguya kapı açıyor. Tam bana göre evrensel bir kapı aralanıyor: Tarih öncesi yani Neolitik çağdan başlayıp, çok sevdiğim toprakaltılar, maden çağı, Helenistik, Bizans, Selçuklu, Osmanlının nesi var ve nesi yok ise önümde görücüye çıktı. Öylesine keyifti ki müzedeki tüm uzman dostlarımın ötesinde bekçilerde işe kendini kaptırdı. "Abi şu depoda bir halıda sizin üzerinde durduğunuz şekil (svastika) var ya! Onda da var. Sakın müdüre söyleme kızar belki…"Hiç kızar mı, sevinir… İşi büyüttük hemen. Sanırım müze 4.000 metrekare olarak planlanmıştı. Tüm müzenin -depodaki eserler dahil- ve diğer müzelerden gelen eserlerin de sigortalanmasını kurum kabullenince gerçekten şımardım. Müze müdürü, sanat tarihçisi, arkeolog, restoratör, konservatör, edebiyatçı, çevirmen ve tasarımcı tüm dostlarımın katkılarıyla bir yılı aşkın kısa bir sürede; hani derler ya geceli, gündüzlü ve de gerginlikten zonaya dahi yakalanıp kotardık bu sergiyi. Tam bir çılgınlık… Ama amacımıza ulaştık: Bu Anadolu topraklarında görseller eşliğinde kültür adına herkese meydan okuduk Tabii ki taş koyma amacı ile yüklenenlerin varlığı da eksik değildi. Tabii ne oldu? Unutuldu gitti. Ben bile ayrıntıları unutmuşum; kitap olmasaydı: Hafızası olmayan bir toplum, desem mi izninizle…

Bunlara paralel serginin ve kitabın farklı bir mesajı vardı. O mesajı nasıl tanımlarsınız?

?Kitabın ve serginin amacını şöyle tanımlayabilirim: "Bakın, güzellik ve güzel olan şeyleri ararken, bizden önce, binlerce yıl önce de insanlar bunu arıyordu." Bizim için bu sadece bir kültürel miras değil; aynı zamanda insanlık tarihinin derinliklerine inmekti. Geçmişte de insanlar bu güzellikleri aramış, eleştirmiş ve doğadan esinlenip bunu yakalamaya, yorumlamaya çalışmışlardı. Üstelik bize miras bırakarak. 'Bakın biz bunları ürettik ve yaşadık. Beğen, beğen al!' Biz de o zaman düşündük: "O zaman biz niye bunu sergilemeyelim? Eserler müzelik değil, bizimle birlikte yaşıyor. Miras, yalnızca çil, çil altın değil ki! Parantezimi açıp bir not düşeyim izninizle. Çok tanrılı dönemde her şeyin tanrısını belirleyip dillendirmişler ama ne yazık ki aralarında para tanrısı ya da tanrıçası yok.!!! Günümüzdeki gibi, o çağlarda, Baba erkil ya da babalanan erkil yokmuş tek başına! Fark burada. Öyle olsaydı Ana Tanrıça heykeli Anadolu'da, Çatalhöyük kazılarında bulunur muydu? Tarih: M.Ö 6000. Buyurup gitsinler; Ankara Anadolu Müzesi bir onur... Bir şölen geçmişimiz için. Sözüm, anlamakta zorluk çekenler için. Yeryüzündeki her bir eser, benim geçmişim. Bu kapsamlı sergideki her eser, benim için bir önsöz. Resmimin hatırlatıcısı. Haddimi bilmem için görsel bir şölen ve gelecek kuşaklara aktarılacak bir onur…

Anadolu'nun Simgeleri ve Tarihsel İzdüşümler

Bu sergide çok dikkat çeken bir unsur vardı. Swastika, yani Nazilerin simgesi, sergide yer aldı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Evet, bu sergi çok şey öğretti bana. Sınırımı çizmeyi... Bilginin ve görselliğin sonsuz ustalığını… Teşekkür ediyorum bu sorun için. Neden mi? Sergide swastika simgeli eserlerin yer aldığı bir salonumuz vardı. Girişinde şöyle yazıyordu: "Svastika ya da günümüzün dili ile gamalı haç, ölümün simgesi değil; binlerce yıl önce Hitit'te hayatın ve sonsuzluğun simgesiydi." Sergiyi hazırlarken tehditler de geldi. Beni, kafatasçı sananlardan. Ama biliyorduk ki bu simge aslında Hitit öncesi'nde de vardı ve tabletlerdeki yazılanlara göre Hititler'de hayatın simgesiydi. Yani bugün ölümün simgesi olarak gördüğümüz Swastika, binlerce yıl önce, 3000-3500 yıl önce hayatın simgesiydi. Bir sonsuzluk simgesi olarak doğmuştu. Üstelik bu simge her çağda kullanılmış. Geometrik düzeni olağanüstü. Her yerde kullanmışlar. Mimaride, altın takıda, sikkede, toprak ve maden işlerinde, el yazmalarında, kilimlerde. Bugün de kullanıyoruz. Biz de bununla ilgili çok derin bir anlatım geliştirdik ve binlerce yıldan beri her simge nasıl doğmuş, nereden geliyor? Kalpler, swastikalar, kareler… Binlerce yıl boyunca her simgenin nasıl doğduğunu, nasıl evrildiğini anlatmaya çalıştık. Arka planda bir kronoloji ekledik. Sorunuza sözüm şu olmalı. Bağnazlığa yer yok ama bağnazlık çağındayız! Çok mu şahinsiniz bilgide; açıp bakın uygarlıklara, demek geçiyor içimden. Neolitik çağdan Ege Akdeniz uygarlıklarına. Ve Bizans'tan Selçuklu ve Osmanlıya ve günümüzde de her yerde. Anadolu kilimlerinde de işlemişler… Beni kurtaran ne oldu biliyor musunuz? Örneğin bu simgeyi bu yorumumuz için alkışlayan, diyeyim bir örnek de Topkapı Sarayı koleksiyonundan gelmişti; sevgili Topkapı Sarayı seksiyon şefi dostlarımdan. Bir büyük elyazması kitap. Onu da sergiledik. 14. yüzyıl başı Bağdat'tan büyük bir el yazma: Kelam-ı Kadim. Tam bir sayfa tezhip. Ve tam ortasında günümüz hafızası ile söyleyeyim: Svastika / gamalı haç… Altın bezeme bordür içinde koskocaman yer alıyor. Kolları içinde de çiçekler. Kuran-ı Kerim'den ayetler! Yanında altın bir Roma madalyonu ve yanında aynı simgeli bir Hitit mühürü. Gel de çık işin içinden?

Bu bizim için çok önemli bir göstergeydi. Bağnazlık, bilgisizlik, peşin yargı ve umarsızlık. Sergiye gelen insanların bu simgeleri, tarihsel bağlamda görmesi ve anlaması gerçekten çok değerliydi; tabii ki çağımız için. Yani boyacı, kaşınıp duruyordu, gülümseyerek ve sevinç içinde…

O zaman derin bir nefes aldık; bakın, burası sıradan topraklar değil, diye.

Sizin için kitabın ve serginin anlamı biraz daha açabilir misiniz?

Konumuz, Bodrum Inspera/Artspace'de açılacak sergim ama siz bana sergimdeki eserlerin hangi rüzgarlardan esinlenildiğini anlattırıyorsunuz. Tabii ki teşekkürler. Yarım yüzyılı aşan boyacılığımın ötesindeki işlerden biri de Anadolu coğrafyası. İnanın kendim bile dönüp dönüp bu sergi ve kitabının yaprakları arasında kayboluyorum. Serginin anlamı biraz hüzünlü. Çünkü tu kaka ediyoruz binlerce yıl öncemizi. Adeta yok sayıyoruz. Varlık içinde yokluk, yoksulluk acı değil mi? Çok iddialı olacak ama: Uygarlık ya da uygarlıklarda güzeli, güzelliği arayış mutluluğumuz oysa. Aklımızla alay ediyoruz. At üstünde (ata binmesini de bilmiyoruz ya) elimizde kalkan ve kılıç nara atarak dolaşmamız hüzün veriyor. O nedenle kitabı yazdık. Belgeledik. Çoktan, o tarihlerde 4.000 adetlik baskısı tükeniverdi. Tüm Anadolu müzelerini didikleyip izinler alarak, sigortalayarak sergiyi oluşturduk. Ve binlerce kişi gezdi; mutluyum ama tortu olarak elde sıfır çarpı sıfır. Eşittir boşluk… Ama içim rahat. Bu büyük sergi ve kitabına bir kanıt olarak gelecek kuşaklar dokunabilir. Öyle mi?

Aynalar Metaforu ve Uygarlıkların İzleri

Muazzam anılar, katkılar... Serginin ve kitabın önemli bir mesajı vardı. Gene de o mesajı nasıl tanımlarsınız?

Geçenlerde bir röportajda söyledim. Ben de tanımlama hastalığı var! Her usta işi objeyi, simgeyi falan tanımlamak ve karşılaştırmak… Bunu yapabildiğimde rahatlıyorum. Nedeni: Tek gerçek biz değiliz, diyebilmek için. Ama umurunda değil kimsenin; şimdilik desek olur mu? Bodrum Inspera Artpace'deki sergimde de bu şiirselliği (galerici dostlarımın isteği üzerine) korumak istedim…'Güzeli Arayış' sergisine gelince: Dostlarımla hep tartışarak sergi oluşmuştu. Örneğin, serginin adı ne olmalıydı? Sanat Tarihinde, Selçuklu konusunda yetkin Prof. Dr. Semra Ögel'in kitabındaki bir tanım çok ilgimi çekmişti. O bir alıntı yapmıştı Mevlana'dan. "Güzel tektir. Sen aynaları çoğaltırsan o da çoğalır. "

Ayna, başlı başına bir uygarlık simgesi. Özellikle edebiyatta ve resmetmede. Bizim de takıntılı olduğumuz zamanlar... Mevlana'dan alıntılar yapabiliriz diye düşündüm. Sonunda dostum şairlere, yazarlara sordum. Refik Durbaş, Hilmi Yavuz, Eray Canberk, Doğan Hızlan hepsine sordum. Onlar dediler ki; şiirlerinde hem Yunus hem de Mevlâna kullanmıştır aynaları. Sevgili dostum Prof. Talat Halman o sıralarda, Mevlana'nın şiirlerini İngilizce'ye çeviriyordu. Sordum. "Gürol, ayna Anadolu metinlerinde çok kullanılır. Mevlâna da kullanmış. Yunus da. Ama anonim de olabilir."

İşte bu tanım tam da sergimizi kapsıyordu. Müzeye girildiği zaman dört bin metrekare duvarlardaydı bu tanım. Ey dostlar, ey gezginler… Aynalarınızı çoğaltmak varlık nedenimiz, diyorduk. Bir hatırlatma tabii ki!

Serginizde "Aynalar Odası" konsepti çok dikkat çekici. Biraz bahseder misiniz?

Evet, aynalar odasını yaparken gerçekten de bir oyun oynamak istedim. Ben metinlerimde sıkça gözlerden bahsederim. Projenin tasarımlarını yapan Erkal Yavi kitapları yorumlayıp tasarlama da çok usta: "Gürol, hep gözlerden bahsediyorsun, neden uygarlıkların gözleriyle bir şey yapmayalım?" Neolitik çağda göz, Bizans'ta göz, Selçuklu'da göz, Osmanlı'da göz... Bu gözler sürekli bir temanın parçasıydı. İç içe geçen odalarda da aynaları kullanırsak Güzeli Arayış ile çok örtüşecekti.

Peki serginizdeki odalar nasıl şekillendi?

Farklı odalar, iç içe geçmiş aynalarla birleştirilsin istedim. Bunu nasıl yapabilirdim? Birden aklıma geldi. Kanuni'nin fermanlarını farklı vitrinlerde sergilemek için özel vitrinler yaptırıyordum. Beyoğlu'nun arka sokaklarında bir cam atölyesi. Onun atölyesinde atılmış aynaları, kırıklarını topladım. Önce çok şaşırdı. "Ayıptır, düzgün aynam var onları al." Camcıya, "Hayır bunları bana toparla." dedim. O da bu fikre o kadar sarıldı ki bir anda o da işe koyuldu. İşin ilginç yanı ve unutulacak gibi değil, sergi açılışından bir gün önce camcıdan bir telefon! Ona da Kültür Bakanı Ertuğrul Günay imzalı davetiye göndermiştim. Gürol abi bakan davetiye göndermiş. Sağol. Şimdi ben açılışta çiçek göndermek istiyorum. Doğru mu yaptım; kendimizi ezdirmeyelim!" Unutulmaz bir anı...

Müzenin üst katı iç içe odalardan oluşuyor. Üst katları gezerken, aynı svastika salonu gibi ilk girdiğiniz zaman kırık aynaları görüyordu herkes. Yerde, orada burada serpme, flu, kumlanmış, sepya ayna kırıkları… Sonra büyükçe aynaların yer aldığı ikinci oda. Bu bölüme girenler aynanın karşısına geçip saçlarını düzeltip, rujlarını tazeliyorlar. Derken bir oda daha. Bu kez odada enfes tasarımlarla uygarlıkların aynaları. Neolitik, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı aynaları…

Ve orada da diyoruz ki "Güzel tektir. Sen aynaları çoğaltırsan o da çoğalır." Yani hep böylesi oyunlar, oyunbazlıklar hoşumuza gidiyordu. Ama gerçekten alıntılarla. Bugünlerde yapamayız böylesine bir sergiyi. Çok güç. Neden mi? Aynaya bakmaya yüzümüz yok!

Kesinlikle. Kitabınızda ve serginizde aynaların, renklerin ve tarihsel anlatıların önemli bir yeri var. Bu unsurların nasıl bir araya geldiğini anlatır mısınız?

Binlerce yıl önce yapılmış olsa da o anlatım tarzı şimdi bugün bile devam ediyor. Aynalar ve sözcükler aslında binlerce yıl öncesinden, şiirler, öyküler ve masallarla devam ediyor. Ama bir eleştiri: Günümüzün aynalarında ise savaşlar egemen!

Gılgamış Destanı'nı da okumamış hiç kimse. "Aydınlığın gücü varsa karanlıklar kaçar." Tarih. M.Ö. 2.bin. Oysa Shakespeare "Geçmiş önsözdür," demiş. Renk de öyle. Mor mesela. Şimdi pencereme uzanan begonvillerin mor rengini gördüğüm için söylüyorum. Leonardo, "mor rengi hayal gücümü arttırıyor." demiş. Mor günümüzde de moda değil mi? Velhasıl garip bir dünya!

Bir de son serginizde ki resimlerde kareler var! Neyin simgesi?

Kare başlı başına bir ders konusu. Bu dersi çağdaş dünya iyi çalışıyor. Kare umut, kare düzen, kare sanat, kare binlerce soru. Geometride üçgenler, dikdörtgenler. Kareyi ben "Güzeli Arayış" kitabımda işlemiştim. Hatta bir noktada bu çalışmalar, bir mozaik kitabına dönüştü. Sözünü etmiştim. Anadolu Topraklarında Mozaik kitabını öneren, HSBC'de Türkçe ve İngilizce yayımlayan dostum Ömer Kayalıoğlu, bana karenin serüveninin kapılarını açtı. Neden kare? Kare halen benim için çok önemli. Kare bir rüzgâr, umut ve içinde sorularını barındıran bir resim. O nedenle benim resimlerime de girmiştir. Ama yalnızca benim değil, evrensel. O nedenle, bu kitapta dünyanın ünlü Bizans ve mozaik sanatı uzmanları yazıları ile katkıda bulundular.

Bu kapsamlı ve büyük boy kitabınızın sonuna eklediğiniz bir Bizans Masalınız var. İmparatoriçe Theodora 'nın masalı.

Evet bir çılgınlık. Bilimsel bir kitapta masal! "Huyum kurusun," derler ya öyle. Ama sizinle sürdürdüğümüz bu söyleşide hep vurguladığım şey; yorum... İmparatoriçe Theodora sirkte çalışan bir adamın kızı. Hani halkın alt tabakalarından gelmiş birinin kızı. Uzun hikâye ama ilginç. İmparator Justinianus'un eşi olması da başlı başına masal. Hürrem Sultan gibi desem ayıp mı olur?Çok da hırslı. Ama mozaik sanatında bir tek İtalya'da San Vitale bazilikası mozaiklerinde yer alıyor. Tanrının armağanı adını taşıyan Theodora'nın Ayasofya'da ise hiçbir mozaikte portresi yok! Ayasofya'nın üst kat galerisinde ise kendinden sonra gelen imparatoriçelerin mozaiği var. İşte, kitabımızın sonuna eklediğim kurgu masal benim için biçilmiş kaftandı. Dayanamayıp bu masalı, görselleri kurgulayıp ekledim. Bilim çevrelerinden de hiç karşı çıkan olmadı ve hak da verdiler. Kitabımızda makalesi olan Prof. Robert Ousterhout, "San Vitale hariç hiçbir yerde mozaiği olmayan Theodora, aslında Bizans'ın en ünlü kadını. Zira büyük Nike Ayaklanmasını bastıran imparatoriçedir."

Kitapta yer alan Theodora'nın masalını sizden dinlemek isterim.

Ayasofya'da Deesis sahnesini bilir misiniz? Mahşer sahnesi. Rönesans'ı etkilemiş bir duvar mozaiği. Çok etkilendiğim bir resmetme. Kendi çağının ve ötesinin baş yapıtı; portredeki ustalık ve derinlik olağanüstü. Tasvirde, İsa peygamber ortada. Kendisinin sağında Meryem ve solda da vaftizci Yahya...Suç işleyenler için İsa'dan şefaat diliyorlar. Bugün ne kadar şefaat dilemek lazım bilmiyorum artık. Kuyruğa girmek gerekecek galiba! Bu mozaiğin önünde kuyruklar oluşuyor. Tarih: Kesin değil. 12-13 yüzyıl arası olarak tanımlanıyor. İşin kurmacasına gelince: Bu mozaik önünde mor giysileriyle Theodora İsa'ya yakınıyor. "Ben Bizans'ın en güçlü imparatorunun karısıyım. Benden sonra gelen sıradan imparatoriçelerin Ayasofya'da resimleri var. Benim niçin yok?" Amacım yüzlerce yıl öncesinin masalını yaratmak. Hem de görselleri ile bir dramı sahnelerken, çağdaş bir yorumu mozaik sanatının gizemiyle yorumlamak. Yaşamımızın bu yanları keyif verici. Onun için hemi de yazdım hemi de okudum diyorum.

Bir gün de TRT için, çellist Reşit Erzin dostum ile şimdi öğretim üyesi olan öğrencileri ile bir konserin kaydını yaptık. Bach sevdam yüzünden. Konuşmacılardan biri de Cahit Kayra dostum. Ecevit döneminde bakan, yazar, araştırmacı, müzik ve umut yüklü bir dostum.

Şimdi olsa bunları yapabilir misiniz?

Yoruldum artık, derin uykuların arasında! Tabii ki bütün bu uzun anlatımın özünde silinip yok edilişler var. Bugün alıcısı olmayan bir toplum yaşıyor. Bilim, sanat, görkemli ve onurlu bir duruşa geçmiş ola… Onun için kumrular, serçeler, kargalar, martılar, güvercinler benim kahramanlarım. Resimlerimde, ikonlarımda başında haleleri ile onlar var. Hale, biliyorsunuz kutsallığın simgesidir.

Ben de bu simgeyi kuşlara ve doğaya armağan ediyorum.

Bu tabii büyük serüven ama diyeceksiniz ki umutlu musun? Hayır. Çünkü gene Orhan'da biliyor. İş Bankası Gürol Sözen'in 60. yılı diye büyük bir sergi yapmıştı. O sergide bu sözü kullandım. Behçet Necatigil'i hep anarım. Bizim de nikah şahidimizdi.

Hocanızdı sanırım.

Evet. Hep birlikte meyhaneye giderdik öğrenciyken. Hayatı algılamayı, tevekkülü, başkaldırıyı ondan öğrendim. Bir yılbaşı günü, kırık bir birkaç cümle ile yılbaşını kutlamışım Necatigil'in. Postadan bir kartın içinden yanıtı geldi. Kartvizit üstünde, dolmakalemle yazılmış.

"Gürol Sözen, bizim kutladığımız, mutladığımızdır. Viva mutlu mutsuzluk diye." Necatigil

Şimdi bugün de geçerliliği olan bir tanım. Evet hakikaten kutladığımız, umut ettiklerimizin içinde zaten.

"Yeşim arkadaş, sürçülisan eylediysek affola. Sanat büyük gevezeliktir. 10 Aralık'ta Bodrum Inspera Artspace'te açılacak "Yarım Yüzyıldan Seçmeler" sergim Orhan'ın öncülüğünde, Orhan'ın sevimli baskısı ile gerçekleşecek ve o nedenle bir araya geldik. Teşekkürler.

Ah Gürol Bey ne demek. Sizin anlattıklarınız tarihe mirastır. Ben de çok şanslıyım ki Orhan Meriç sayesinde sizinle tanıştım. Ben çok teşekkür ederim zaman ayırdığınız ve duygularınızı paylaştığınız için.

Devam edecek…