Haberler

Benim yetişmemde edebiyat ve Anadolu Uygarlıkları çok etkindir.

Yeşim Mutlu

Yeşim Mutlu

Fotoğrafçı Influencer Dijital İçerik Üreticisi
12.12.2024 04:36

Sevgili Gürol Sözen ile sanatın derinliklerine uzanan sohbetimizde, yaratım sürecinin inceliklerini ve sanatçının bitmek bilmeyen arayışını ele almıştık. Şimdi, bu keyifli sohbetin ikinci bölümünde, hayat ve sanat arasındaki kesişimlere, eserlerde saklı hikâyelere odaklanıyoruz.

"Boyadım, yazdım, çizdim." dediniz. Yaptığınız eserlerden geriye dönüp baktığınızda, "Keşke bunu farklı yapabilseydim?" dediğiniz anlar oldu mu? Hiç içinizde ukde kaldı mı?

Keşkeler, yaşamımızın dışlanamaz bir parçası. Her bitiş, yeniden başlayıştır. Yanılma demeyeceğim; anlık davranışlardaki çıkmazlar, elimizde olmayan ve kendimizin ötesinde, istesek de istemesek de 'ahlar vahlar' yaşamımızın kaçınılmaz ökse otudur. Tabii ki hüzünlüdür, birazın da ötesinde. Sanatın ise keşkesi yok. Keşkesi varsa, o zaman sanat olmaz. Sanırım, Van Gogh'un sözü her sanatçıya yakışır: "Hayatım boyunca yalnızca iskemle çizmek isterdim." Haklıydı. Çünkü her çizdiğinde farklı bir iskemle çizecekti. Örneğin, binlerce yıl öncesinden; kaya resimlerinden günümüze kadar at ve atlar çizilip duruyor. Ben de bu kervanın eteğindeyim. İpince bacakları üzerinde bir dingin fırtına! Ama hâlâ atın durgun, duyarlı ve çılgın çizgilerini, rengini yakalayabilmiş değilim. Çünkü her hareketinde bir soyluluk ve özgürlük gizli. "Zaten ben oldum, artık" dersek dibimize düşeriz… Atlar duymasın! Bodrum'daki yeni sergimde de hem desenler, suluboyalar hem de yağlıboyalarımda onlar var. Heykellerimde, ikonlarımda da. Yargı, izleyicilerin…

Necatigil'in tüm zamanlarda geçerli bir sözü: "Her sanatçı ayrı bir ağıt yakar hayata."

Siz kendi ağıtınızı hangi eserinizde en güçlü şekilde hissettirdiniz?

Eleştiri ve seçki izleyiciye aittir. Tabii ki sanatçının kendine ayırdıkları vardır; yorumu ve ustalığı açısından. Bu bana örnek olsun diye sakladığı. Bodrum'da onlardan birkaçı yer alıyor; 30-40 yıl sonra sergileniyorlar. Bu eserler kendimle hesaplaştığım zamanlara ait. Nedeni mi? Hep, insan kendi yalnızlığı ile beraber yaşıyor. İnsan hep yalnızlığını sırtında taşıyor. Salyangoz gibi. Daldan dala atlayayım. Sevgili Tahsin Yücel; hayatta değil şimdi. Zor, hem de ne zor bir ailenin çocuğu. Kendi anlattığı. Nenesi büyütmüş onu. Sonrası ise kendisine ait! Varlık dergisinde çalıştı bir aralar. Üniversitede okurken Varlık dergisi editörü olarak yıllarca çalıştı. Çok da iyi etti. Yaşar Bey'e (Varlık dergisi ve yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır) ben de Cağaoğlu'ndaki küçük yayınevine gidiyordum. Yazılarım, resimlerimle ilgili. Sevgili Tahsin daha sonra da Fransız filolojisi sınavlarını kazandı. Asistan, doçent ve profesör oldu. Çok önemli çeviriler yapan bir dil bilimci, romancı oldu. Nenesinden dinlediği masalları yazdı. İlkin "Nenemin Masalları" koymuştu kitabının adını. Yanılmıyorsam, sonra Anadolu Masalları olarak yayınlandı; Varlık'ta. Hiç unutmam: Metin Sözen'e imzaladığını bu masal kitabını: "Metinciğim sakın büyüme!" diye yazmıştı. Resmimde, denemelerimde çizip yazdıklarımda demeliyim; bir seçki yapmadım. Ama kendimi hep sorguladım.

"Ardında bıraktığı izi salyangoz gibi hiç kimse bırakamıyor. Parlak, saydam bir iz."

Tahsin'in masallarından biri de salyangozlar. Ben de etkilendim ve YKB'nın çocuk dergisinde yayınlanan masalımın kahramanı küçümen bir salyangozdu. Evet, salyangoz gibi hiç kimse demeyeyim ama çoğumuz geçtiği yollarda parlak bir iz bırakamadı. Ardında iz, izler bırakanlar giderek azalıyor. Ve ne çok mıncıklıyoruz hayatı? Ben, ben, benler öyle çok ki; imparatorluklar kurabilirler, sonunu düşünmeden!

Yani sözün özü: Mutlu olmak çok zor hele çizerken ve yazarken. Her şeyi dert edinirken… Bir de bu toprakların gerçek sahipleri benim deyip talan ediyorsak ortalığı! Evet bu güzelim hayat çok zor. Anadolu topraklarını özümseyip dillendirebilmek çok zahmet ister. Hele bir de hayata karşı özürlü isek, bakıp da göremiyorsak…

Bu mirası koruma çabalarına dair sizi en çok endişelendiren nokta nedir?

Ah! Endişenin ötesi uçurum… Şiirde, öyküde, romanda, müzikte, bilimde ve araştırmalardaki kuşku, kedere dönüştü. Cumhuriyet gazetesinden, yakın zamana kadar basında yazıları çıkan Özgen Acar çok peşine düşmüştü Anadolu uygarlıklarının. Tabii ki arkeologlar, tarihçiler, sanat tarihçileri… O kadar zengin ki, binlerce yıl önceden toprak altı ve üstü her biri, bugün yaşıyor oysa.

Karacaoğlan'ın sözünü tekrarlamalıyım: "Kimler var idi? Ben burada yoğ iken." Bu tam ÇEKÜL'lük. Eski uygarlıkları mı, halkı mı, doğayı mı merak edip soruyor Karacaoğlan? Kimler yoktu benden önce burada demek için merak gerek. Bu kadar meraksız toplum olur mu? Doğayı ve kendinden önce bu topraklara konup göçen uygarlıkları merak etmeden dışlayıp 'ahkam kesmek' ne büyük bilgisizlik ve cesaret? 'Cehl' bir topluma doğru dört nala gidiyoruz. Derdim, sıkıntım bu güzel coğrafyayı hem kendimiz hem de gelecek kuşaklara aktarabilmek için yaşadığımız endişeler sonsuz…

Halil Cibran'ı, avuntu olacak ama rahatlamak için bir kez daha analım: "Eve girerken ayağını kapı önünde silme; evden çıkarken sil." Ve ekliyor anlamayanlara izahlı hayat bilgisi için: "Güneşe arkanı dönme, kendi gölgeni görürsün." Ben de ekleyeyim: Bu gölge koyu gölge. Zifiri! Görüyorsunuz, gene çenem açıldı! "Sadete gelelim" demezseniz alıp giderim başımı! Benim ehliyetim yok. Yeşim Hanım frene basar mısınız?" Aslında yıllar, yıllar önce, şimdi tedavülden kalkan ehliyetim cebimde ama arabayı evimin önünde ilk kullanırken, köşeyi döneyim dedim (akçeli işlerden değil tabii ki) hemen arkadaşımın arabasına çarpmaz mıyım! Yani çenem için frene basar mısınız lütfen.

Aşk olsun Gürol Bey, sizinle sohbet hiç bitmesin. Biraz önce Tahsin Yücel'den bahsettiniz. Nenesi büyütmüş. Çok sanatçının aile desteği yok. Sizin aileniz size destek oldu mu?

Sevgili Tahsin, çok önemliydi dostluğumuzun ötesinde, yazar ve bilgelik adına. Edebiyat fakültesinde aynı koşullardan geçen bir başka arkadaşımız daha vardı, içine kapanık. Sen Anadolu köylerinden çık gel, onca yoklukta klasik filolojiye gir. Latince, Grekçe öğren ve filolojide profesör ol! Bizler şanslıydık. Anamız, atamız yanımdaydı. Cumhuriyeti damardan özümseyip katkı verenlerdendi onlar. Ailem tabii çok, çok destek olup çırpındılar. Annem çok düşkündü kültüre, sanata. Babam da Cumhuriyet'in memuruydu. Anadolu'ya gidip bir çok kentte istasyon kuran meteoroloji müdürüydü. Metin'in ve benim (6-7 yaşlarımda)yazmamızı, çizmemizi, Metin'in sanat tarihini seçmesine hiç karışmadılar, hep desteklediler. Tabii benim de. Annem ve babam öngörenlerden biriydiler. Dulkadiroğulları'nın uzantısı, yani Sunguroğulları'ndan geliyor annem. Teyzemizin eşi Ziya Bey Boğazköy'de oturuyordu. Hitit kazılarına öncülük eden Boğazköylü (Hattuşa) Ziya Bey toprak sahibiymiş. Abdülhamid ile arası hiç iyi olmadığı için bu bölgede iskan edilmiş; öyle söylüyorlar batılı araştırmacılar. Tüm bunlardan 'soyluluk' anlamı çıkarılmasın sakın. Metin ile benim hiç sevmediğimiz şey; argo tabiriyle kerkinmek yani övünmek! Ben Cumhuriyetin Kadınları için söylüyorum. Annemiz İffet, çok da şık bir kadındı. Babam da meteoroloji müdürüydü. Ümran Çolaşan, ünlü yazar Emin Çolaşan'ın babası meteoroloji genel müdürüydü. O nedenle Muhsin Bey ile Anadolu'yu görevli olarak sürekli dolaştık. 6 ay okuyoruz haydi Elazığ'a Meteoroloji istasyonu kurulacak, buyurun Muhsin Bey. Haydi Malatya'ya tayin. Haydi Adana'ya tayin. Bütün bunlar olurken ailemiz özellikle hiçbir şeyimize karışmadı; yeter ki okuyun. Annem, her yılbaşı takvim aldırdığında Saatli Maarif Takvimi'nin büyük yaprağındaki, arkadaki kartonda Atatürk'ün resmi olanı isterdi. Hepsi Cumhuriyet'in başlangıcına tanık olup görev almışlardı. O bakımdan hepsi müthiş desteklediler.

Gene, kibarlıktan olacak, frene basmadınız Yeşim Hanım. Bunu şunun için anlatıyorum.Çocukluk dönemlerimi çok arıyorum. Çünkü tutum haftaları vardı. Herkes eşitti. Sen soylusun, ben bilmem neyim, benim param var, senin paran endişeleri yok ama doğayla iç içe onurlu bir yaşam

ANADOLU'DAN NOTLAR

Evliliğimizde kayınpeder çok uzun süre eski İstanbul vali muavini, eşi Samiye Hanım da Cumhuriyet'in ilk kadın hakimlerinde. O da Çerkez kökenli. Hukuk fakültesini bitirdiğinde "Nereye gitmek istersin?" demişler. "Anadolu'ya gitmek isterim." demiş ve gitmiş, İstanbul dururken.

Özür dilemek isterim okurlarınızdan. Demem o ki, Cumhuriyet kurulurken, binlerce, on binlercesinden biri olarak, koşulları ne olursa olsun bu toprakların gönüllüsüydü her biri. Hep bakkal amcaları hatırlarım, ay başı gelince. Ama ne onurdu onlar için Cumhuriyet! Ama, inan Yeşim arkadaş, o bakkal amca, yorgancı amca, kaptan amca bir gün olsun yan gözle bizlere baktıklarını görmedik. Malatya, Adana, İzmit, Antalya… Onlar bize, biz onlara giderdik. Sofralar kurulurdu sinilerde, masalarda. Çoluk, çocuk çelik çomak cicoz (boncuk) oynar, çimmeye gider, mandolin çalar, alfabe okur masallar anlatırdık. Şimdilerde ne garip değil mi; umudun, doğanın, bilmenin, bilginin erdem olduğunu öğrenmek… Bizler Anadolu coğrafyasında memur çocuğu olarak gezdikçe hep bir şeyler ya da çok şeylere tanık olduk. Tabii umut ve erdem adına. Hiç yüksünmeden, gocunmadan, küçümsenmeden, dışlanmadan…

Aileden çok söz ettim. Konuyu değiştireyim mi?

Gürol Bey, söylediğiniz bir şey var. Karşılaştırma yaparken aklıma geldi. Yeryüzü uygarlıklarından… Çok tanrılı çağlarda "Her şeyin tanrısı var da paranın tanrısı yok." demiştiniz. Para tanrısı yok gerçekten doğru söylüyorsunuz. Kitaplarınız ve konuşmalarınızın içine sıkıştırdığınız bu tanım düşündürücü. Aşk tanrısı Afrodit var, denizlerin tanrısı Poseidon var, yeraltı tanrısı Hades var. Var oğlu var da nedense para tanrısı yok…Neden bu tanım hoşunuza gidiyor?

Züğürtlükten olmalı? Şaka, şaka… Tüm yazıp çizdiklerimiz ve sık sık Anadolu uygarlıklarından bize miras kalan ne varsa, çağımız için de bu geçerli. Ne mi demek istiyorum: Tabii ki akçe çok önemli. Çil, çil altın mesela. Anadolu halkı altını çok sever; çok savaş görmesinden belki. Onsuz yaşanır mı? Gelişmiş toplumların varlıkları yalnızca akçe değil öncelikleri var.

Shakespeare "Venedik Taciri" kitabında diyor yüzlerce yıl öncesinde: "Parlayan her şey altın değildir." Neden mi tekrarlıyorum? Shakespeare'in vurguladığı satın alınamazlar var. Umut, mutluluk, yalnızlık, ruhsal denge, bilgi ve kültürel yoksunluğun toplumsal boşluğu. Farkındalık...

Tabii ki doğanın her mevsim kendini bize sormadan yenilemesinin gizemini kim satın alabilir ki? Neden kır papatyaları bize sormadan çiçek açıyor? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış aylarında doğanın gizemini kim sorguluyor? Mitolojinin tahtını kurduğu Kaz Dağı'nın başında, ayazındaki koca taşlar arasında mor çiçeklerin açıvermesini kim söyledi onlara? Dam koruğu adını kim verdi onlara? Üstüne üstlük bir de türkü yakmasınlar mı dam koruğu için? Yunus Emre, "Bana rahmet yerden yağar." demiş de ne demek istemiş? Ve eklemiş: "Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi…" "Ağam, ırak yerde elim yetmiyor." nasıl bir tanım? "Ölümden öteye yol mu gidecek / Tez gel ağam tez gel ömrüm geçiyor." neyin hasreti? Bunlar da halkın sesi. Bitmeyen savaşların mı? Akçe deposundan ucundan azıcık versek, satın alabilir miyiz bunları? Mor renk, binlerce yıldan beri, kutsal kitaplar dahil neden baş köşede? Benim de mavi ile birlikte kullandığım renk. Tabii ki beyaz da. Sonuç: Toplumdaki cinnet neyi nesi o zaman?

Bir kültürün önceliği aydınlık bir dünyada yaşamak değil mi? Doğa, kültür, bilim ve sanat önceliğimiz. Çil, çil altın ve para tabii ki çok önemli. Onsuz hayat olmaz. Ama benim de bir sorum olacak izninizle? Nazım'ın Avni Arbaş'a sorduğu soru gibi: Avni mutluluğun resmini çizebilir misin? Para tek başına mutluluğu sağlar mı? Öyleyse, paçaları sıvayalım; kültürü, sanatı, uygarlıkları ve doğayı sindirelim içimize.

Kültürel birikimi zenginleştirmek adına yapılması gereken ilk değişiklik ne olmalı sizce?

Toplumda çok konuşulan, irdelenen, bıkkınlıktan avaz avaz bağırılıp boşluğa bırakılan evrensel bir konu. Toplumbilimciler, sosyologlar, tarihçiler, psikologlar ve antropologlara çok ihtiyacımız var bu konuda. Buyurun yanıtını: İlk kez Metin Sözen dillendirmişti. Her yerde tekrarlıyorum: Bir kitabe. Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus'a ait: "Biz cihanı terk edip gittik / Zahmet ve rahatını nakşedip gittik / Bundan sonra nöbet sizdedir / Biz kendi nöbetimizi tuttuk ve gittik." Ne dersin Yeşim hanım; nöbetimiz kimde?

Sizin kuşağınızdan günümüze, bu yozlaşmayı en çok artıran etken sizce nedir?

Kimliksizliğe doğru çimmek! Dikkat, kulaç atmasını bilmiyorsanız açılmayın; boğulursunuz. Merak bir de: Hayata, doğaya, kültüre, sanata, bilime ve kıpırdayan, rüzgarlanan her şeye merak. Komşunun tavuğuna göz dikme merakı. Hayatı yalnızca kendi kara gözlüğünden görmek. Dikkat edin, başının üzerinde siyah karası gözlük, şıklık mı? Karikatürist Ferruh dostumun sanırım, Asrileşen Köy kitabında bir karikatür vardı. Altı potur, üstü smokin ve iğreti duran papyon.

Bir tane matrak kadın arkadaşımız var gazeteci. Onu aradım. Telefonda sekreter sesi:

"Kim arıyor efendim?"

"Gürol Sözen"

"Hangi firma diyelim?"

"Gürol deyin"

"Firmanızı alimm? Nereden aramıştınız efem?"

"Bir firmam yok."

"Konunuzu aliiim."

"Konum, konum! "

Peki ama aynen söyleyeceksiniz. Dikkat söylüyorum. "Kerhaneden arıyor, deyin o anlar."

"Efendim anlamadım ne dediniz?" Yumuşak ve kısık bir sesle: "Genel evden deseniz de olur. Acelesi varmış deyin!" Gene anlaşamadık. Tabii ki arkadaşım sözcüğü duyunca çok gülmüştü. Tabii ki bu örnek gülümsemek için. Yozlaşma ve çürümeyi buyurun siz düşünün!

Günümüzde kültürel yozlaşmadan mutsuzluğa, doğanın ve sanatın insan üzerindeki etkisinden genç kuşaklara pek çok konuda dönüşümler yaşıyoruz. Sizce geçmişin zengin edebiyat ve kültürel birikimini yeniden hatırlayarak, toplumsal kimliğimizi ve ruhumuzu nasıl daha anlamlı bir şekilde inşa edebiliriz? Deneyimleriniz size ne düşündürüyor?

Gerçekten çok kapsamlı ve zor bir soru. Deneyimlerim için, "sıfır çarpı yalnızlık" desem moral bozmuş olur muyum? Şunu da eklemek isterim: Tüm orta yaş ya da bizim gibi genç kuşak (!) ve sizler ile sanatçı dostlarım adına gözlemim, bu toprakları dert edinenlerin birikimleri, kentlerin su doluluğu düzeyince! Her birimizin verimi ve ustalığının en önemli dönemi toplumsal yalnızlık sanki. Yani edebiyatta, resimde, heykelde, tiyatroda, müzikte, yayında, bilimde ve tabii ki görkemli doğada… Ve tabii ki onur kaynağımız geçmiş uygarlıkların yorumu! Ama o da erozyonda. Gene Necatigil'in deyişine sığınayım: "Ne hor kullanmışlar / Sevincin sesi çıkmıyor. "Şimdi aklıma geldi. Geçtiğimiz yıl fasulyeleri ile ünlü İspir'de, çarşı içinde, duvarında Atatürk resimleri asılı eski bir ayakkabı tamircisine patlayan ayakkabımı götürmüştüm. Çene çalarken ne dese beğenirsiniz? "Yorgun ve kırgın büyümüşüz" demez mi?

En iyisi kolayına kaçıp bir Hititlinin Fırtına Tanrısı'na (bakın bir tanrı daha) söylettiği buyruğu aktarayım: "Kızılırmak dedi ki: Ant içmeni istiyorum. Yatağını asla değiştirmeyeceksin. O gün bugün yatağını hiç değiştirmedi Kızılırmak." Bugün yalnızca Kızılırmak değil, Anadolu'nun tüm nehirleri tarih, efsane, şiir ve tüm canlılarıyla yoklar hanesinde. Yatağı, yorganı, dersen; yatağı yorganı sırtımıza vurup, gözlerimizi de altınla parlatıp; kepçe, grayder ve damperli kamyonlarla hakkın da iznini alıp geceli gündüzlü yöre halkı için çalışıyoruz. Çok yoruluyoruz ama gördüğünüz gibi pırıl, pırıl her taraf. İster, suyu bulursan su doldurup göl yap, ister seyreyle. Tatlı bir meyil de oluşturacağız sizler için! Neresinden tutulacak bilmiyorum. Madem ki uygarlıklardan söz açıldı, "Kan yarışında öne geçenler / Hiçbir şey kazanamadı" demiş 7. yüzyıldan Rabia İbn Süfyan. Ama ne yazık ki dediği doğru çıkmadı. Hititli şairin Kızılırmak Nehri için buyruğunu da kendi çağı dışında iplemedi kimse. Çok mu umutsuz konuşuyorum? Belki görüp tanık olduklarımdan…

Gene çok uzattım soruna yanıtımı. Yanıtı kapsamlı ve inan çok kolay ama bir o kadar da zor! Zaten yanıt senin sorunun içinde. Bilinen gerçek; başta doğa geliyor. Yıkımı çok kolay ama yeşertmesi sanki genç kuşaklara mal olacak. Biraz önce konuştuk denizin renginden tutun, tuzlu derin sularına kadar. Hani var ya "Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah" demiş ya! Biraz farklı yorumlarsak, " Tüm yozluklar elbette oğul verecek. Ama Ege ve Akdeniz'in tuzlu sularında kulaç atarsak."

Peki ama Bodrum'da Artspace serginiz tüm bu yorumlarınıza inat ve direnç değil mi?

Evet, tam da öyle. Ben de kendime diyorum ki niye Bodrum'da sergi açıyorsun? Yani sebebi biraz tuzlu suyla yıkanmak desem, denizlere öncelik tanıyıp karaları küçümsemiş mi olurum? Bakmayın delice söylediklerime. Çok tekrar ettim; tuzlu sularında pişmek için, dozunu kaçırırsak çiroza döneriz. Ve tabii ki bir inat. Kime mi inat? Önce kendime inat. Ve tabii ki; kendi gerçeğine, aydınlanan güne, güneşe kıçını dönenlere inat! Hep böyle olur aslında: Kendi ürettikleriniz görücüye çıkarken heyecanlanırsınız. Acaba ne derler? Tabii ki önemsediğim başka bir şey daha var. Her sergi bir endişe, konsere çıkan çellistin, piyanistin, kemancının korkusunu bizler yaşamıyoruz. Çünkü o gün morali iyi değilse, yattı toto! Ama her sergi başlı başına bir tasarım ve ekip işi. Alışılagelen sergilemenin ötesinde bir yorum. O nedenle çok önemsiyorum. İlk kez Bodrum'da eserlerimi sergilemek için kadim dostum Orhan Meriç'in işe el koması, Peyma Ayanoğlu'nun bu olguya yürekten yaklaşımı ve Cansu Çizgen'in katkıları çok önemli. Ve grup çalışmasının başarısı. Bunların ötesinde, bir de bu genç yaşımdaki üşengeçliği işin içine katayım. Bir de, bir de inadımın özü: Uygarlıkların anavatanı olmamız. Bildiklerimin, ürettiklerimin paylaşımını görmek çok hoş.

Bir başka örnek mi istersin? İşte sizin sorularınıza farklı bir yanıt: Kendimle hesaplaşmak diye algılıyorum. Ve bundan keyif alıyorum. Bir de bu sergiyi açmaktan onur duyup adadıklarım var: Bodrum'u gün ışığına çıkaran; hem de sürgünde inatla savaşarak Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat ve Bedri Rahmi Eyüboğlu'na gönül borcum var; Bodrumlular adına. Onlar, Anadolu uygarlıklarının gönüllüleriydi. Ölünceye kadar Ege ve Akdeniz'in sularını dert edip yazıp, çizdiler. Ünlendirdiler… O nedenle bu sergimi onlara adıyorum. İşten, nasıl sıyrılıyorum görür müsünüz?

Bu arada genç kuşaklara umutsuzluğu aşılamak istemem. O kadar yakındım ama eğer yeniden tuvalin önüne geçersem ne yapacağım biliyor musunuz? Siyahın karasını, karalarını çizeceğim. Neden mi demeyin. Anlattıklarımdan. Bu da bir bilmece!

Evet! Günlük yaşamda büyük boyutta yıkım var. Avuntum küçük. Üniversitelerdeki "Güzeli Arayış" anlatımlarında mimarlık öğrencilerimden, ressam olup, resim satmaya başlayanlar çıktı. Ve bunlar kadın ağırlıklı. Bunun yanında o boşluğu dolduracak şey gene de edebiyattır. Sığındığım liman edebiyat. Oysa acı ve yıkım her toprak parçasında ve her yerde var. Örneğin, Oscar Wilde. Dostum Şakir Eczacıbaşı'nın yazdığı kitabın başlığı: "Oscar Wilde, Tutkular, Acılar ve Gülümseyen Deyişler." Demek ki yakın geçmiş bile karamsarlık ve yıkım ile kuşatılmış. Ama Oscar Wilde yaşıyor yazdıkları, başkaldırıları ve olağanüstü hicvi ile yalnızca kendi geçmişimiz değil.

Size gelirken gördüm. Bebek kıyısı meyhanelerle ya da lokantalarla çevrilmiş. Hemen aşağıda da geceleri müzik yapan restoranlardan söz ediliyor.

Çok hoşuma gidiyor yazın açık havada, kışın da gece yarılarına kadar darbuka sesi. Sanki savaştayız! Ağırlıklı göbek havaları. Panjurları kapatıyoruz. Evde müzik dinleyemez, konuşamaz olduk. Ne büyük icraat! Tersi, darbukacıya detone sesli şarkıcı eşlik ediyor! Dürbünümle bakıyorum; darbuka sesi altında yemek yiyorlar. Hem de Boğaziçi kıyısında, aylı gecelerde… Ne kadar şık!

Yıllarca TRT'de Neyzen Niyazi Sayın ile eski taş plaklarla programlar yaptık. Neyzen Niyazi Sayın, tanburi Necdet Yaşar ve kemençede İhsan Özgen ile de bir yıl süren televizyon için özel çekimler yapıldı. Atila İlhan gazetesindeki köşesinde; "Üç Alman nasıl bir araya gelip Bach çalarsa; bizim üç usta; Niyazi, Necdet ve İhsan da Abdülkadir Meragi'den 3.Selim'e ve oradan Tamburi Cemil'e uzanan seçkin eserler çalıyorlardı." diye yazdı. Antalya Radyosu için Akçainiş ve Yuva köylerinde de özgün halk türküleri derledim. Ama burnumuzun dibinde ve Bebeklileri çileden çıkartan bu eziyeti adlandıramam. Demem o ki sordun, kültür ve sanatın günümüzdeki konumunu çok iş açıcı!!!… Kültürel yozlaşma, irin ve çöküş tavan yapıyor!

Biraz önce, "Çok tanrılı çağlarda para tanrısı yok ama kültürü yok eden en büyük güç para" dediniz. Paranın el değiştirmesi, insanların değişmesi, şiddet hepsi günümüz Türkiye'sine dair. Halbuki insanlar kültür diliyle konuşabilse böyle olmayacak. Oysa sanat insana daima iyi gelir. Bize çok iş düşüyor. Gürol Bey, sanatçı olmasaydınız, toplumun sizi nasıl şekillendireceğini düşünüyorsunuz?

Hemen yoklar hanesine yazarlardı beni. Sait Faik yurt dışına çıkarken mesleğini sormuşlar, "Hikaye yazarım" demiş. Pasaportuna, işsiz yazmışlar. Çok gülmüştüm ama benim de başıma gelmesin mi? İnanın. "Ressam" dedim. "Boş, işsiz" yazmazlar mı? Düşünemiyorum bile. Demek ki asgari ücretle çalışıyorum! Her işi yaparım abi! Evet! Ötelenmem sonucu, sığınacağım bir limanda balık avlar, güvercin uçururdum. Tabii kumrular, serçeler, martılar. Ve insan kalabalıklarının sesinden uzak, doğanın sesi! Bir de kangalım olurdu. Bahçemde meyve ağaçları. Mavisinden de gökyüzü ve derin tuzlu sular olsun!

Şimdi Nazım'ın çok güzel bir şiiri var ya "Onlar hayatın düşmanıdırlar," desem mi?

BEYOĞLU'NDA İLK ATÖLYE VE ESKİ ÇİÇEKÇİ SOKAĞI

Dediğiniz gibi genç kuşaklar eğitimden ve kültürden her şeyden koparılıyor. Yoksa şairimizle, müzisyenimizle, tiyatrocumuzla ve sanatın her dalında olağanüstüydük.

Benim Beyoğlu'ndaki ilk atölyem böyle bir atölyedeydi. Eski Çiçekçi Sokak'ta. Hatta onu Doğan Hızlan yazmıştı: Öyle bir şey ki "Ben de aynı grubun içindeydim" diye ama öylesine bir kültürel birikim var ki. Kimisi İstanbul Radyosu'nda baş spiker, kimisi reklamcı, kimisi yazar çizer, heykeltıraş, karikatürist, üniversitelerde öğretim üyesi; hepimiz küçücük bir odadayız ama herkes mutlu ve üretken. Hiciv olağanüstü. Hiciv ciddi bir iş. Yaşamın parçası. Ama her şey hiciv ise, o zaman yandık!

Neden? Çünkü aynı dili konuşuyorsunuz. Eski Çiçekçi Sokak'tan bugüne uzanan hikâyeniz, üretimin ve insan ilişkilerinin anlamını yansıtıyor. Günümüz insanı için yaşam bağlamında sanat nasıl bir yol gösterici olabilir?

Yeşimciğim, bir de herkes birbirini eleştiriyor çünkü eleştirecek ki kendimize gelelim. Doğruyu bulalım. Remzi Kitabevi'nde yayınlanan, çok satan kitaplar listesine giren "Eski Çiçekçi Sokağı." adı da güzel. Bulursanız alın lütfen. Eski Çiçekçi Sokak kitabının kapağına da benim resmimi koymuşlar tasarım olarak. O önemli değil. Eski Çiçekçi Sokak bir okul! Semih Balcıoğlu karikatürist, Ferruh Doğan, heykeltraş Gürdal, tiyatro yazarı Umur Bugay, seramikçi Sadi Diren, İngiliz dili öğretim üyesi Berna Moran, oyun yazarı Güngör Dilmen, Turan Oflazoğlu, Hitit uzmanı öğretim üyesi Muhibbe Darga, oooo daha kimler yoktu ki! Müessesemizin başkanı da Metin Sözen. Kimi viyolonsel çalıyor, kimi türkü söylüyor, kimi şiir okuyor; örneğin Turan Oflazoğlu IV. Murad oyunundan tirad… Herkesin işi var yani! Ama birinci şey insanca yaşamak ve gırgır.

Hepsi züğürt 7 kişi ama doğru dürüst kirayı veremiyoruz. Tavla da kazanıp kirayı ödüyorlar ev sahibine. Ev sahibi de tavlaya düşkün. Arkadaşlar, bir yerimiz olsun bir müessesemiz olsun; bir "müessesemiz" diyoruz. Bu isme takılmamızın nedeni. Hürriyet gazetesinde, "Müessesemizin büyük banisi, büyük insan falan, falan vefat etmiştir" diye hep tam sayfa ilanlar çıkması. Tabii işin ironisi önemli. Biz de, paramız yok ama sanatçı ve bilge dostlarımız var diye kurduk müessemizi. Başkan olarak da Metin Sözen seçildi. Alkışlar, ıslıklar arasında. Neden mi? Çok uzun hikaye. Şimdi anlatmam zor. Kitabını okumalı. Müessese hala devam ediyor, hala konuşuluyor, hala herkesi birleştiriyor. Ama birinci planda hepsi üretici ama kimse de kompleks yok.O grubun içinde Umur Bugay da var. Bugay, "Bunu gel film yapalım istersen ya da dizi ama sen de oyna." Yok dedim ben oynamam. Umur senaryosunu yazmaya başladı. Çıktık Beyoğlu'nun arka sokaklarına mekanlara baktık. Fakat birkaç ay sonra o da vefat etmesin mi?

Söylemek istediğim şey aslında kendiliğinden oluşan bir içtenlik. Dayanışma ve keyif. Seneca, "Keyif ciddi bir iştir. Emek ister," dememiş boşuna. Daldan dala atlayarak sözünü ettiğim her şey ve yaşadıklarımız. Sanki, Steinbeck'in Yukarı Mahallesi… İşte bu birikim, oradan buradan izler. Yani Inspera Artspace galerisindeki resimlerin esintileri. Bu sergide kullandığım sarkacın iki yakası tanımı yani metronom gibi bir hayat. İki yakasından notlar, portreler, kuşlar. Bir tarafında hüzün var, bir tarafında sevgi ve barış var; onun için sarkacın iki yakası dedim. Amacım sergide yalnızca resim sergilemek değil. Yeşim arkadaş, sergi soruları soracak mısın? M. Zeveko'nun Pardayanlar dizisi gibi çenemin arkası gelmeyecek yoksa! Kendime de tembih ettim, fazla konuşma Gürol diye ama kaptırdım gidiyorum. Binbir Gece Masalları gibi.

Olur mu hiç Gürol Bey? Bu bir başlangıç, öyle düşünün. Siz anlatırken bir bilseniz, neler geçiyor aklımdan.

Unuttum: Yapmadığım halt kalmadı. Hani işçiye, "Ne iş yaparsın?" diye sorunca: "Her işi yaparım." dedi mi yandın. TRT bir belgesel çekti yayınladı; Yaşayan Bellek Gürol Sözen diye ama o nerelerde bilmiyorum.

Aile dediniz ya bu müessesede bir sürü insan vardı. Hani oldu da siz müessesenin içinde değildiniz. Dışarıdan bir insandınız; ne olurdunuz sanatçı olmasaydınız?

Dedim ya! Eriyip giderdim çünkü toplum yutan bir toplum. Liseden itibaren ki bütün arkadaşlıklar ve sanatçılar bugün Türk Edebiyatı'nın ustaları. Kimimiz de o hikayelerden birileri. Ünlü şair Refik Durbaş mesela. Bunlar çok önemli şairler ama aynı zamanda da Eminönü Postane'nin önünde don gömlek satıyorlardı; gırgırına. Orada alınan para ile gidip şarap içiyorduk. Bir gün bunun benzeri Afşar Timuçin vardı; profesör, felsefeci, iyi şair o da öbür tarafı tercih etti. "Yeter artık" diyerek. Eray Canberk, güçlü şair, Necatigil Şiir Ödülü'nü aldı. Bir gün helva, ekmek, şarap alıp Aksaray'ın altındaki limana indik. Şiirler okuyup edebiyat yapacağız! Vay anam vay! Kayıkçıların olduğu yerde gün batıyor. İndik aşağıya; rıhtımın da büyük taşları var. Birisi bir kovuk yapmış rıhtım taşına. Bir de bir kafes çizmiş. Yanında da şu yazıyor: "Bülbül yuvası dediğime bakma serçeler konar."

Birbirimize baktık. Olduk mu mosmor! Kim bu, diye balıkçılara sorduk. "Abi böyle bir balıkçı var içimizde. Şiir miir, yazıyor işte. O yazmış. Her yanımız şair dolu hayatta böyle laf edemiyoruz; bülbül yuvası dediğime bakma serçeler konar, diyebilmek. O akşam rıhtımda kimse şiirini okumadı. Bu gibi örnekler çok. Evet; yaşam küçük bir masal; içi çıfıt çarşısı. Aslında bu grup oluşmasaydı, birbirimizin en dramatik yanında, en üzgün yanında, en çıkmaz zamanımızda ne yapardık?

İntihar etmeye kalkanlar vardı mesela: Çok iç içe anlatıyorum ama intihar etmek isteyen bir arkadaşa, düşünüp bir oyun kurduk.. Bir gün gene intihar edeceğim, öldüreceğim kendimi diye söyleniyor. Dram dram buramıza geldi. Bir arkadaşın evindeyiz; biri felsefeci, diğeri psikolog. İşaretleştik. Mutfağa gidip döndüler. Sevgili arkadaşımızı arkadan yakalayıp sandalyeye oturttular. Ağzına un gibi bir tozu atıp, "İntihar edeceksen et de kurtulalım senden!" diye göz kırptılar bana. Öyle bir çırpındı ki tükürüp durdu. Sonunda anlattık. O da gülmeye başladı. O günden sonra ne intihar lafı kaldı ne de dramatik vurguları. Sinematekin gönüllüsü oldu. İsteğimiz de buydu zaten. İster çocukluk (çocukluk olur mu; sırık gibi adamız), gençlik deyin; nasıl yorumlarsanız yorumlayın. Yakın dostluklar kimi zaman kurtuluştur aslında. Bugünlere kalan damıtılmış anılar.

Tedavi yaptınız, ilacını buldunuz işte; ne güzel dostluklar…

Sanat dergileri çıkardık, yayıncılık yaptık, şiirler yazdık ve o günden bugüne geldik; kala, kala anlatımcılığımız kaldı. Bir gün yayıncı dostum, Remzi Kitabevi'nden. Çok sevdiğim Öner Ciravoğlu, "Dedi ki Gürol anlatıp duruyorsun gel de bunu bir kitaba dönüştürelim" "Olur" dedim. Benim içimden geçiyor, çok da dramatik sahneler vardır; kimileri pavyon kadınları ve cinayetler de işlenmiştir o sokakta. Bir de devlet ricaline dans dersleri vermiş olan Panosyan Efendi. Çok saygın biriydi. Bir tane ayakkabıcımız vardı, tam bir öykü. Onu anlatmayayım artık.

Soruya bağlayacağım; bende yine yıldızlar çarpışıyor…

Son olarak: Bir Beyoğlu hikayesi: Eski Çiçekçi Sokağı'ndan. Sokaktan bir balıkçı geçiyor; Arnavut. Balıkçı tezgahı ile geçerken apartmanlara bağırıyor.

"Balıkçınız geldi, taze taze."

Karşı apartmanın 5.katından Madam Berta (Fransız konsolosluğundan emekli) küçük balkonundan bağırıyor:

"Oğlum, taze midir?"

"Madame taze, taze, taze dedik ya."

"Duyuyorum bağırma. Biraz sağırım ama duyuyorum, küçük çocuklar uyuyor. Soruyorum gene. Gözlerim de net görmoyor. Balıklar taze midir?"

Balıkçı: "Tazeeeee madam tazeeeeee! Canlı, canlıııııı dedim ya. Canlıııı canlııı!"

Madam Berta, "Duyduk, duyduk ama evladım ben de canlıyım ama tazemiyim?" demesin mi? O da kendince eğleniyordu.

İşte yaşamın bir parçası bu. Resmimin, çizgilerimin, yazdıklarımın kaynağı, birer parçası. Doğduğum değil, olduğum yerler her biri. Eksiği, fazlası ile her birimizin düşlerinde gezinen masallar; küçük balığın büyük balığı yutamadığı öyküler, deyin isterseniz. Masal, masal mat atar. Dil okur damaktadar…

Harika anılar. Kitabı okumak için sabırsızlanıyorum. Müessese inanılmaz bir hikaye ve şu an gözümde canlanıyor.

Devam edecek...

title