Erzurum'un karla kaplanmış dağları ve Ilıca'nın sıcak suları, yüzyıllardır tarihsel izler taşır. Her bir sokak, her bir ev, bir zamanların unutulmaz geleneklerini sessizce saklar. İşte o geleneklerden biri de "hedik"… Erzurum'un ruhunu besleyen, yalnızca bir yemek değil, aynı zamanda bir toplumsal bağ, bir dua, bir şükür…
"Hedik" kelimesi, Anadolu'nun farklı yörelerinde farklı adlarla anılmış; hedik, hedik aşı, hedik kurması, diş hediği gibi isimlerle halk diline yerleşmiştir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde "haşlanmış buğday", "mısır", "aşurelik karışım" ve "çocuğun ilk dişi çıktığında yapılan tören yemeği" gibi anlamlarla tanımlanır. Kimi yörelerde "hedik" denilince nohut ve buğdayın kaynatılması, kimi yerde ise pekmezle yapılan çorbalar anlaşılır. Ama her tanımında bir birlik, bereket ve dua gizlidir.
Diş hediği, Türk halk kültüründe köklü bir geçmişe sahip bir gelenektir. Kökleri Orta Asya'ya uzanır; göçebe atalarımızdan bugüne taşınan bir miras. Göçebelikten yerleşik hayata geçişle birlikte, ilk dişin çıkması büyük bir anlam kazanmış; bir çocuğun büyümeye, toplumun bir parçası olmaya başlaması, tüm aile ve komşular için kutlamaya değer bir olay sayılmıştır. Diş hediği sadece bir kutlama değil, hayata atılan ilk adımın bir simgesi, bir dualardan örülü şölendir.
Erzurum'da ise bu gelenek, birlik ve bereketin en güzel simgelerinden birine dönüşmüştür. Hedik kazanları, buğday, nohut, bazen bulgurla kaynar; üzerine pekmez eklenir, ceviz içi serpilir; dualar edilir; o kutsal karışım, çocuğun başına saçılırdı. Çocuğun başına serpilen her buğday tanesi, sağlık, uzun ömür ve mutluluk dileklerinin sessiz bir niyazıydı.
O sofralarda sadece yemek değil, bir kültür, bir inanç, bir dayanışma paylaşılırdı. Anneler, nineler kazan başında, hem pişirir hem dua ederdi: "Allah'ım, bu çocuğa sağlık, uzun ömür, baht açıklığı ver. Soframıza bereket, komşularımıza muhabbet eyle."
Diş hediği töreni, Anadolu'nun eski aşure geleneğiyle de benzerlik taşır. Her ikisi de şükür, paylaşma ve komşuluk bağlarını güçlendiren ritüellerdir. Hedik kazanları kaynarken, yalnızca yemek değil, hayatın bereketi, toprağın umudu, emeğin karşılığı da pişerdi. O gün, sadece bir çocuğun değil, tüm mahallenin, köyün bayramı olurdu.
Ve anneler bilirlerdi ki; hedik kazanı sadece bir yemek kazanı değil, geleceğe açılan bir kapıydı. Çocuğun başına serpilen her buğday tanesi, bir dua, bir dilekti. Belki de bu yüzden, sofralar asla yalnız kalmazdı; komşular bir araya gelir, dualar bir olur, umutlar paylaşıldıkça büyürdü.
Bugün, belki "diş buğdayı partileri" adı altında modernleşerek süren bu tören, o eski duaların, o komşuluk sıcaklığının yerini tam dolduramıyor. Ama Erzurum'un soğuk kışında, Ilıca'nın buharında, toprağın bereketinde, o kazanların kokusunda hâlâ o eski ruh yaşıyor. Her buğday tanesinde, bir annenin duası, bir toplumun duası vardı.
Rahmetli annem, hedik kazanının başında hep şöyle dua ederdi:
"Allah'ım, tüm çocuklara sağlık, uzun ömür, helal rızık ver. Soframızda bereket, komşularımızla muhabbet eksik olmasın. Çocuklarımızın başını eğme, yollarını açık eyle."
O dua, bugün de kulaklarımda yankılanıyor. Hedik, yalnızca bir yemek değil; bir annenin kalbinden süzülen dua, bir toplumun birbirine kenetlenme arzusu, bir geçmişin ve geleceğin köprüsüydü. Ve belki de bu yüzden, o sofralar asla yalnız ve duasız değildi.