Türkiye'nin en büyük ve en yakıcı sorunu nedir diye sorsak, farklı kesimlerden farklı cevaplar gelebilir. Ancak ne yazık ki bu sorunun cevabı her geçen gün daha da netleşiyor: Gelir adaletsizliği. Bu mesele artık sadece ekonomik bir başlık değil; toplumsal huzurdan, siyasal istikrara, hatta ahlaki çöküşe kadar uzanan çok boyutlu bir krizin temelini oluşturuyor.
Bugün Türkiye'de yaşanan tablo, her geçen gün zengin ile fakir arasındaki uçurumun daha da derinleştiğini gösteriyor. Zengin daha zengin olurken, dar gelirli vatandaşlar bırakın yerinde saymayı, hızla yoksullaşıyor. Üstelik bu süreç sadece alt sınıfları değil, uzun yıllar boyunca ülke ekonomisinin omurgasını oluşturan orta sınıfı da tehdit ediyor. Öyle ki, bir zamanlar çocuklarını okutabilen, ev alabilen, bir araba sahibi olabilen, yaz tatiline çıkabilen orta gelirli kitleler artık ay sonunu getirebilmenin, kredi kartı borcunu döndürebilmenin, faturaları aksatmadan ödeyebilmenin derdine düşmüş durumda.
Gelir dağılımındaki bozulma, ekonomik istikrarı tehdit eden en büyük unsur haline gelmiş bulunuyor. TÜİK verileri, her ne kadar resmi makamlardan yayımlansa da, vatandaşın mutfağındaki yangını söndürmeye yetmiyor. Market raflarında her geçen gün artan fiyatlar, elektrik ve doğalgaz faturaları, ulaşım ve kira giderleri halkın ensesinde boza pişirirken, bir avuç kesim servetini katlamaya devam ediyor. Üstelik bu servet artışı çoğu zaman üretim ya da istihdam yaratarak değil, finansal oyunlar, imtiyazlı ihaleler ya da ranta dayalı sistemler üzerinden gerçekleşiyor.
Bu tablo, sadece ekonomik bir eşitsizlik değil, aynı zamanda sosyal adaletin, liyakatin ve fırsat eşitliğinin de çöküşüdür. Gençler artık "çalışarak bir yerlere gelebilirim" umudunu yitiriyor. Eğitimli kesim yurt dışına gitmenin yollarını ararken, kırsaldaki vatandaş kaderine razı olmaya zorlanıyor. Devletin temel görevi, zengin ile fakir arasında köprü kurmak, adaletli gelir dağılımını sağlamak, kimseyi geride bırakmamaktır. Oysa gelinen noktada devletin, sadece belli bir kesimin çıkarlarını korur hale gelmesi, toplumun diğer büyük çoğunluğunda derin bir kırılma yaratmaktadır.
Sosyal yardımlarla ayakta tutulmaya çalışılan yoksulluk düzeni, gerçek bir refah devleti inşa etmenin önünde en büyük engeldir. Bu sistem, sürdürülebilir değildir. Çünkü toplumlar, uzun süre adaletsizliğe tahammül edemez. Sessiz çığlıkların biriktiği, umutsuzlukların yaygınlaştığı her dönemde ya toplumsal çatışmalar baş gösterir ya da demokratik yollarla köklü değişim talepleri yükselir.
Bugün Türkiye'nin en acil ihtiyacı, geliri adil paylaşan, üreteni ödüllendiren, fırsat eşitliğini temel alan, sosyal adaleti önceleyen bir ekonomi politikasına geçmektir. Vergi sisteminden kamu harcamalarına, asgari ücret politikalarından istihdam stratejilerine kadar her alanı bu anlayışla yeniden inşa etmek zorundayız. Aksi takdirde bu adaletsizlik, sadece ekonomik değil, siyasal ve toplumsal bir yıkımı da beraberinde getirecektir.
Unutmayalım: Bir ülkede adalet sadece mahkeme salonlarında değil, sofralarda, maaş bordrolarında, okul sıralarında ve hastane kuyruklarında da ölçülür. Ve ne yazık ki bugün bu alanlarda adaletin izi her geçen gün siliniyor.