Haberler

Waterloo Filminde Napolyon ve Wellington: İnsanlık ve İmparatorluk Arasındaki Savaş

Fatma Ece Gödeoğlu

Fatma Ece Gödeoğlu

İletişimci ve Psikolog
03.07.2024 11:34

Her zaman kitap tavsiyesinde bulunmuyorum, ancak bazı kitaplar zaman içinde okuyuculara rehberlik eder. Bu yazımı okuyanlar, İlber Ortaylı'nın "Bir Ömür Nasıl Yaşanır? - Hayatta Doğru Seçimler İçin Öneriler" kitabını okuduklarını düşünüyorum. Bu kitap, İlber Hoca'nın kendi bilgi ve yaşam tecrübelerinden yola çıkarak eğitim, müzik, sinema, seyahat gibi çeşitli konularda okurlarına tavsiyeler sunduğu bir kaynaktır. Kitabın içeriğini detaylandırmayı düşünmüyorum, ancak İlber Hoca'nın film önerilerinden birinin özellikle dikkat çekici olduğunu belirtmek istiyorum. Öneride bulunduğu filmlerden birini ele almak istiyorum. Film, tarihsel bağlamda ve sembollerle dolu mesajları alt metinlerle izleyiciye aktarır. Bu film: "Waterloo".

Dino de Laurentiis'in yapımcılığını üstlendiği ve Sergei Bondarchuk'un yönettiği 1970 yapımı "Waterloo" filminde birkaç İngiliz subayı görünürken, güvercin sahneye girmez. Ancak Sovyet ordusundan 15.000'den fazla üye figüran olarak filmde yer alır. Filmde atlar bolca yer alırken, hayvan referansları da eksik değildir.

Filmin büyük hayvanı, canavar olarak Napolyon Bonapart'ın kendisidir. Elba Adası'ndan kaçtığı haberinin ardından Kral, Michel Ney'e onu yakalaması emrini verir ve onu "demir bir hücrede" Paris'e getireceğine söz verir. Kralın abartılı bir şekilde algıladığı bir ifade olsa da bu Napolyon'un vahşi bir canavar olarak ününü yansıtır.

"Lupus homo hominidir, homo değil, qualis sit non nouit." Plautus'un ünlü sözü, insanın bilinmediği zaman kurdun dönüşebileceği fikrini Bacon, Hobbes ve Rousseau gibi düşünürlerin eserlerinde de görmekteyiz. Örneğin Rousseau'nun "Emile" adlı eserinde, insanların yeme alışkanlıklarının toplumsal davranışlara nasıl yansıdığının bir göstergesi olarak verilebilir. Rousseau, et tüketen insanların genellikle daha zalim ve gaddar olabileceğini, bu durumun vahşi doğadaki avcı-göçer topluluklarda da gözlendiğini belirtir. Özellikle İngiliz toplumunda, et tüketiminin ve avcılığın insanların karakterlerini nasıl etkilediğine dair eleştirilerde bulunur.

Tekrardan filme dönecek olursak, filmde prensip olarak kurt figürü genellikle kanunların dışında veya ötesinde olan birine atıfta bulunmak için kullanılır. Bu, Hobbes'un doğa durumundaki insanı veya egemenleri tanımlamak için kullandığı bir metafordur. Bu bağlamda, Napolyon ile Wellington arasındaki savaşı bir kurtların savaşı olarak düşünebiliriz. Ancak bu değerlendirme yapılırken bazı önemli ayrıntıları da göz önünde bulundurmak gereklidir. En vahşi kurt figürü şüphesiz Napolyon'dur; bu, onu Paris'e götürmek için demir bir kafes hazırlama kararı alındığında izleyiciye verilmektedir. Wellington, Richmond Düşesi'nin düzenlediği bir baloda, Napolyon'u yakaladıktan sonra onunla tanışıp tanışamayacağını ve bazılarının onun bir canavar olduğunu iddia ettiğini sorar. Wellington ise bu iddiaları, insan etiyle beslendiği şeklinde yanıtlar. Kusursuz tavırlarına rağmen, Wellington, İngiliz geleneğindeki kurt imajını savaşın sonunda, kazanılan bir savaşın kaybedilen bir savaştan daha üzücü olabileceğini söylerken fark eder. Bu, tam bir katliam anlamına geliyor.

Rousseau'nun da belirttiği gibi, Wellington, Napolyon gibi bir canavarla savaşırken, bir zamanlar aristokratik bir faaliyet olan tilki avını anımsatan bir şey olarak görülebilir. Her durumda, Wellington'un komutasındaki ordusu, Napolyon'a bir ayı veya tilki gibi davranmak yerine, onun rakibi gibi davranır. Bu durum, filmde bir subayın savaş başlamadan önce beyaz atının üzerindeki birlikleri denetleyen Napolyon'u vurmak istediğinde açıkça ortaya çıkar. Wellington, bunun hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini belirterek, ordunun genel olarak daha yüksek sorumlulukları olduğunu ekler. Wellington Dükü'nün savaş alanının arkasında kendi hayatını koruduğu bu eylem, her iki rakibin hayvanlarla ilgili bir eşitlik düşüncesiyle de açıklanabilir.

Napolyon'un korkunç ününe rağmen, düşmanı onu insanlık adına öldürmeye karar vermez; tam tersine, onun en hayvani yönleriyle başa çıkmadan kendisini doğanın affedilmez bir hatası olarak görür. 1970 yapımı bu İtalyan-Sovyet ortak yapımı tarihi filmde Rod Steiger, Napolyon Bonapart'ı; Christopher Plummer ise Wellington Dükü'nü canlandırmıştır. Orson Welles ise XVIII. Louis rolünde küçük bir rol oynamıştır. Filmde yaklaşık 15.000 Sovyet piyadesi ve 2.000'e yakın süvari kullanılmıştır. Yönetmen Bondarchuk'un dünya tarihinin en büyük yedinci ordusu olduğuna dair espriler film yapımı sırasında da dolaşmıştır.

title