Sinemada Dışlama: Unbroken

Fatma Ece Gödeoğlu

Angelina Jolie'nin 2014 yapımı Unbroken filmi, sadece bir insanın direniş ve hayatta kalma öyküsünü anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda savaşın, ulusal kimliklerin ve tarihsel hafızanın sinema yoluyla nasıl şekillendiğine dair önemli ipuçları sunuyor. Film, eski Olimpiyat atleti ve Amerikan hava kuvvetleri pilotu Louis Zamperini'nin II. Dünya Savaşı sırasında Pasifik'te Japonların eline esir düşmesini ve yaşadığı zorlu süreci merkeze alıyor. Zamperini'nin Japon esir kamplarındaki işkencelere karşı direnci, bireysel azim ve inançla örülü bir anlatıya dönüşüyor. Ama aynı zamanda bizlere şu soruyu da sorduruyor: Bu anlatı kime ne kazandırıyor, kimleri dışarıda bırakıyor?
Kahramanlık mı, Mit mi?
Unbroken, klasik Amerikan anlatısını sürdürüyor: fiziksel dayanıklılığın ve ruhsal gücün simgesi olan, asla pes etmeyen bir kahraman figürü sunuyor. Louis Zamperini bu rolü eksiksiz yerine getiriyor. Ama burada durup düşünmemiz gerekiyor. Bu anlatı bize neyi gösteriyor, neyi saklıyor? Film, Amerikan kahramanlık mitini yüceltirken, savaşın diğer yüzünü, yani Japon tarafının yaşadığı kayıpları ya da savaş suçlarına dair daha karmaşık tarihsel gerçeklikleri görmezden geliyor.
Filmdeki Japon gardiyan Mutsuhiro "The Bird" Watanabe, aşırı sadist, tek boyutlu bir "kötü" olarak karşımıza çıkıyor. Bu, Batı sinemasında çok sık gördüğümüz bir yaklaşım: Doğulu düşman hep barbar, insanlıktan uzak biri olarak resmedilir. Böylece seyirci empati kurmak yerine öfke ve nefret hissetmeye yönlendirilir. Sonuçta tarihsel bir olay, etik gri alanlarıyla değil, siyah-beyaz, basitleştirilmiş bir çerçevede sunulur.
"Öteki"yi Nasıl Görüyoruz?
Film boyunca Louis'in yaşadığı fiziksel işkenceler sinemasal anlamda neredeyse törensel bir estetikle aktarılıyor. Ama Japon karakterlerin iç dünyalarına dair hiçbir şey bilmiyoruz. Neden bu kadar zalimler? Ne hissediyorlar? Hiç anlatılmıyor. Mutsuhiro'nun sadizmi sadece bir "kötülük" olarak sahneleniyor, nedeni sorgulanmıyor. Bu da Japonya'da filme yönelik eleştirilerin temelini oluşturuyor. Japon basınında film "ırkçı" bulunuyor, Japon halkının savaş sonrası kolektif hafızasına saldırı olarak görülüyor.
Bu tartışma sadece bir filmle sınırlı değil aslında. Kültürel diplomasi, ulusal kimlikler ve tarih anlatıları burada devreye giriyor. Film, Batı'da bir kahramanlık hikâyesi olarak alkışlanırken, Japonya'da tek taraflı, ötekileştirici bir anlatı olarak eleştiriliyor. Bu da bize sinemanın sadece bir sanat formu değil, aynı zamanda ideolojik bir araç olduğunu hatırlatıyor.
Hafıza mı, Unutuş mu?
Unbroken, savaşın acımasızlığını bireysel bir öykü üzerinden anlatmak istiyor ama bunu yaparken tarihsel bağlamı oldukça daraltıyor. II. Dünya Savaşı sırasında sadece Japonlar değil, Müttefikler de savaş suçu işlemişti. Ancak film sadece Amerikan tarafının yaşadığı acıları sahneye taşıyor. Bu durum, seyirciye eksik ve tek yönlü bir tarih sunuyor. Sinema, geçmişi hatırlatma aracı olabilir ama aynı zamanda neyi unutturacağını da seçebilir.
Film, işkence sahnelerini görsel olarak etkileyici ve duygusal bir şekilde sunuyor. Ama bu duygu yoğunluğu sadece bir tarafın acısıyla sınırlı kalınca, karşı tarafın sesi tamamen susturulmuş oluyor. Böylece izleyicide bir tür duygusal boşalma (katharsis) sağlanıyor ama bu, karşılıklı bir empati değil; tek taraflı bir acıya duyulan tepkiyle sınırlı kalıyor. Bu noktada film bize şunu düşündürüyor: Sinema, travmaları sağaltmak için mi var, yoksa onları ideolojik amaçlarla araçsallaştırmak için mi kullanılıyor?
Denge Nerede?
Jolie, yaptığı açıklamalarda filmin "her iki tarafın da acısını göstermek" amacı taşıdığını söylüyor. Ama filmdeki temsil dengesizliği, bu amacı zayıflatıyor. Louis'in kahramanlığı her karede öne çıkarken, Japon karakterlerin insani yönleri hiç gösterilmiyor. Bu da filmi empati kurmaya davet eden bir yapımdan çok, tek taraflı bir ideolojik anlatıya dönüştürüyor.
Jolie'nin dramatik ve belgesel olmayan anlatımı, zamanın ve mekânın tarihsel bağlamını geri plana itiyor. Böylece izleyici yalnızca bir adamın hayatta kalma mücadelesine değil, aynı zamanda Amerikan kahramanlık anlatısına tanıklık ediyor.
Film, teknik olarak etkileyici, duygusal olarak çarpıcı bir film. Ama bu çarpıcılık, sinemasal ustalığından ziyade temsil ettiği tarihsel ve ideolojik çerçevenin gücünden kaynaklanıyor. Jolie'nin kamerası, Zamperini'nin yaşadıklarına odaklandıkça, film bir sessizlik alanı yaratıyor: Japon tarafı sessiz, tarihsel bağlam sessiz, empati sessiz.
Dolayısıyla Unbroken, sadece bir savaş filmi değil. Aynı zamanda sinemanın tarihi nasıl anlattığına, kimin hikâyesinin ön plana çıktığına ve kimin görünmez kılındığına dair güçlü bir tartışma alanı sunuyor. Ve bu tartışmada sinema, sadece hatırlatmanın değil, dışlamanın da etkili bir aracı haline gelebiliyor.