Portre mi, Pencere mi?

Fatma Ece Gödeoğlu

Şimdi şöyle bir durup düşünelim: Kaç kere kendinize baktınız bugün? Telefonun ekranına, sosyal medyadaki profilinize, o selfie'ye… Yani aslında kendimizi seyretmekle meşgulüz, değil mi? Gözümüz sürekli o dijital aynada, ama gerçekten kendimizi görüyor muyuz, orası muamma. Hatırlıyor musunuz, eskiden insanlar aynaya bakınca sadece yüzlerini görürlerdi. Şimdi ise Instagram, TikTok derken… Yansımamızın etrafında öyle bir sis var ki, gerçeği seçmek iyice zorlaştı.
Aklıma geldi, Narkissos diye bir anlatı vardır, antik Yunan'da. Suya yansıyan kendi görüntüsüne o kadar tutulmuş ki, oradan ayrılamamış, sonuç mu? Hüsran. Ama biz? Biz onun hikayesini biliyoruz, onun gibi olmamak için mücadele ediyoruz aslında, değil mi? O kadar mı eminiz? Çünkü biz kendimizi bilinçli olarak değiştiriyoruz. Yani artık su değil, ekranlara bakıyoruz, yüz tanıma algoritmalarıyla şekillenen yüzlerimiz var. Kendi yansımızı filtrelerle, ışıklarla, pozlarla yeniden yaratıyoruz.
Düşünsenize, Gogol'un Portresi var, 1842'den. O portre neredeyse bugün elimizde tuttuğumuz sosyal medya profili gibi. Çartkov'un ruhunu yutan tablo, bizdeki "beğeni" denen o küçük dopamin patlamalarına dönüşmüş. O zaman ressam bir lanete tutulmuş, biz ise algoritmaların esiriyiz.
Kendi yansımızı ne kadar izleyebiliriz ne zaman gözlerimiz yorulur, nerede gerçek biz kaybolur? Hepsi birbirine karışıyor. İşte bu yüzden biraz durup düşünmek lazım: Kendimizi seyretmek mi, yoksa görmek mi?
Şimdi biraz da tarihî yolculuğa çıkalım. Hatırlarsanız, ilk aynalar çok değerliydi; insanlar kendilerini görmek için aylarca beklerdi. Hele ki fotoğrafın icadı… 1839'da ilk fotoğraf çekildiğinde, poz vermek saatler alıyordu. Bir nevi sabır testi! Sonra yüzyıllar geçti, 1975'te ilk selfie ortaya çıktı. O zamanlar bile selfie çekmek marifetti; herkes kolay kolay yakalayamazdı o anı.
Ama sonra işler çığrından çıktı; 2013'te Oxford Sözlük "selfie"yi yılın kelimesi seçtiğinde, artık işin tadı kaçtı diyebiliriz. Çünkü bugün neredeyse milyonlarca selfie çekiyoruz! Bu kadar çok sayıyla kendimizi belgelemekten kendimizi yaşamaz hale geliyoruz. Evet, kulağa tuhaf geliyor ama doğru: Bir kahvenin fotoğrafı olmadan içilmediği, bir manzaranın kaydedilmeden tadının çıkarılmadığı bir dünyadayız.
Burada aklıma Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi geliyor. Hatırlarsınız, Dorian genç ve güzel kalırken, portresi yaşlanır, çirkinleşirdi. Ama bizim dünyamızda tam tersi oluyor. Gerçek yüzümüz yoruluyor, yaşlanıyor, yıpranıyor; Instagram profilimiz, story'lerimiz ise hep 25 yaşında. Ruhumuzun yorgunluğu ise hiç görünmüyor, çünkü biz hep mutlu, hep enerjik, hep "en güzel" halimizi gösteriyoruz.
Dorian'ın portresi gizliydi, bizimkiler ise herkese açık. En garibi de şu ki, Dorian sonunda o portreyi yok etmeye çalışıyordu; biz ise her sabah yeni bir filtre, yeni bir efekt ekleyerek "portremizi" yeniliyoruz.
Şimdi soruyorum size: Bu hallerimizle, bu dijital maskelerimizle kendimizi gerçekten görebiliyor muyuz? Yoksa sadece başkalarının görmek istediği, onayladığı bir "ben" mi sunuyoruz dünyaya?
Bence çözüm basit ama zor: Aynaya değil, kalbimize bakmak. "Paylaşmadan yaşamak" belki kulağa radikal geliyor ama bir kahveyi fotoğrafsız içmek, bir anı sadece yaşamak... İşte bunlar küçük devrimler olabilir. Beğeni sayılarını gizlemek, sosyal medya detoksu değil, "dijital diyet" yapmak, "en güzel selfie" yarışmalarını bırakmak... Bunlar ruhumuzu yeniden bulmamız için atacağımız adımlar.
Ve en önemlisi, Gogol'u okuyup, portreye değil, aynaya bakmak. Kendimize sormak: Bu yansıma gerçek ben miyim, yoksa benim olmasını istediğim kişi mi?
Çünkü bazı portreler ruhu çalar; bazıları ise ruhu armağan eder. Peki, biz hangisini taşıyoruz?