Başkalarının Acısına Gülmek: İnsanın Karanlık Aynası

Fatma Ece Gödeoğlu

Bazen hiç tanımadığımız birinin başına kötü bir şey geldiğinde, içimizde beliren o tuhaf kıpırtıdan utanır mıyız? Mesela bir haber duyarız: Birinin projesi çökmüş, toplum önünde küçük düşmüş, ayağı kaymış... Ve o anda, tam o anda, fark ederiz ki içimizde sessiz bir sevinç kıvılcımı çakıyor. Belki bir tebessüm dudaklarımıza sızar, belki içimizden sessizce "oh olsun" deriz. İşte bu, zarara sevinmek. Başkasının acısına gülmek. Dile kolay, vicdana zor bir hâl.
Almanlar bu duyguya bir isim vermiş: Schadenfreude. Kelime, "zarar" (Schaden) ve "sevinç" (Freude) sözcüklerinin birleşimiyle oluşmuş. Bizde buna tam karşılık gelen bir kelime yok ama hissi hepimiz tanırız. Birinin tökezlemesiyle içimizin rahatlaması, bazen gülmeye kadar varan gizli bir zafer duygusu. Neden mi böyleyiz?
Belki kıyaslamaya alışmış bir dünyada büyüdüğümüz için. Çünkü birinin kötü gidişi, çoğu zaman bizim yerimizdeki darlığı ferahlatır. Onun düşüşü, bizim durduğumuz yeri daha yüksekteymiş gibi gösterir. Özellikle de o kişi bize rakip gibi görünüyorsa ya da "hak etmeden" iyi bir yerdeyse... Onun kaybı bize, evrenin adaletini hatırlatır. İçimizde bir denge hissi uyanır. Ve belki de fark etmeden, onun acısına tebessüm ederiz.
Bu duygunun felsefi bir arka planı da var elbette. Aristoteles, haseti başkasının mutluluğuna üzülmek; infiali ise haksız yere refah içinde olanlara duyulan rahatsızlık olarak açıklar. Schopenhauer daha keskin bir tanım getirir: "Başkalarının talihsizliğinden duyulan haince bir zevk." O "haince" kelimesi işte, bu duygunun içine sinmiş karanlığı öyle güzel anlatır ki.
Ama mesele sadece felsefi değil, psikolojiktir de. Araştırmalar gösteriyor ki Schadenfreude, genellikle düşük benlik saygısı, kıskançlık ve adalet algısıyla beslenir. Özellikle narsisizm, Makyavelizm ve psikopati gibi kişilik örüntüleriyle ilişkisi dikkat çeker. Bu tür kişilik yapılarında empati yerini soğuk bir alaycılığa bırakır. Çünkü başkasının düşüşü, onların gözünde sadece bir "zayıflık gösterisi"dir.
Oysa insan dediğimiz varlık, başkasının acısına omuz verebildiği ölçüde insan değil midir? Yardım eli uzatmak, yargılamadan anlamaya çalışmak, içimizdeki merhameti ayakta tutmak... Bunlar birer erdem gibi görünür, evet. Ama aynı zamanda, kendimizi ne kadar iyi tanıdığımızı gösteren işaretlerdir.
Şimdi bir aynaya bakar gibi soralım kendimize: Birinin başına kötü bir şey geldiğinde, içimizden ne geçiyor? "Umarım iyidir" mi, yoksa "Oh, sıra bana geldi" mi? Bu sorunun cevabı, sadece o anki ruh halimizi değil, içsel yapımızı da açığa çıkarır. Çünkü neye güldüğümüz, aslında kim olduğumuzu gösterir.
İyi haber şu: Bu duygu kaderimiz değil. Araştırmalar, yüksek benlik saygısına sahip bireylerin bu hissi daha az yaşadığını söylüyor. Kendisiyle barışık olan, başkasının düşüşüne ihtiyaç duymaz. Çünkü onun mutluluğu, başkasının kaybına değil, kendi içsel zenginliğine dayanır. Aynı şekilde empati eğitimi, çocuklarda ve yetişkinlerde zararına sevinmeyi azaltıyor, yardım davranışını artırıyor.
İnsan doğasında karanlık dürtüler olabilir. Ama insan olmak, o dürtülere teslim olmak değil; onlarla yüzleşip onları dönüştürmektir. İçimizde beliren o karanlık gülümsemeyi yakalayıp durdurmak, belki de kendimize verebileceğimiz en insani cevaptır.
Çünkü gerçekten büyümek, başkalarının acısına değil, umuduna ortak olmakla mümkündür.