8 Mart: Yürekten Kaleme, Ayaklanmadan Edebiyata

Erinç Büyükaşık

8 Mart, takvim yapraklarında unutulmuş bir tarih değil; kadınların yüzyıllardır ilmek ilmek dokuduğu, yakıcı bir direnişin en güçlü halkasıdır. Bu tarih, yalnızca fabrikalardan yükselen isyan dumanıyla, meydanlarda yankılanan öfke çığlıklarıyla değil, satırlara kazınan kelimelerle, roman sayfalarında yankılanan başkaldırılarla, şiir dizelerinde parıldayan inatçı bir umutla kazanıldı. Kadınlar, yalnızca "ekmek" için değil, "gül" için de; yalnızca hayatta kalmak için değil, hayatı özgürce kurmak için mücadele etti.
Bu mücadele, sokaklarda, grev çadırlarında, sendika salonlarında olduğu kadar, edebiyatın derin koridorlarında, kelimelerin sınırları zorlayan dünyasında da sürdü. Kadınlar, yalnızca çalışma koşullarını iyileştirmek için değil, erkek egemen bir dilin ve anlatının hüküm sürdüğü edebiyat sahnesinde, kendi seslerini duyurmak, kendi hikâyelerini anlatmak için de savaştılar. Çünkü edebiyat, yalnızca bireysel hikâyelerin değil, toplumsal dönüşümün de alanıdır.
Kadınların kaleme aldığı metinler, erkeklerin inşa ettiği dünya düzenini olduğu gibi kabul etmedi. Kadın yazarlar, 19. yüzyılın başlarından itibaren erkeklerin kurduğu anlatı evreninde gedikler açmaya başladı. Mary Shelley, Frankenstein ile yalnızca gotik edebiyatın değil, modern bilimin etik tartışmalarının temel taşlarını yerleştirirken, toplumsal cinsiyet rollerine de meydan okudu. Charlotte Brontë, Jane Eyre ile itaatkâr ve silik kadın figürünü yıkarak, bağımsız ve arzularını sahiplenen bir kadın karakter yarattı. Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda'da kadının edebiyat ve toplum içindeki yerini sorguladı ve patriyarkanın dil üzerindeki tahakkümüne dikkat çekti.
Bu tarih, yalnızca meydanların taşlarına değil, edebiyatın satırlarına da kazındı. Kadınlar yazarken, sadece hikâyeler anlatmadılar; dili, anlatıyı ve hatta hafızayı baştan kurdular. Halide Edib Adıvar, Ateşten Gömlek'te savaşın eril anlatısını yerle bir etti. Sevgi Soysal, Tante Rosa'da kadın bedeninin ve kimliğinin sınırlarını aşındırdı. Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak ile modernleşmenin kadına biçtiği rolleri sorguladı. Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk'ta varoluş sancısını kalıpları yıkarak anlattı. Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm'de kadın deneyimini büyülü gerçekçilikle görünür kıldı. Leylâ Erbil, eril tahakkümün dilde nasıl inşa edildiğini göstererek, kelimelerin arkasındaki suskunluğu bozdu.
Kadın karakterler, başlangıçta birer gölgeydi. Onlar, ya aşkın trajik kurbanları, ya fedakârlığın kutsal figürleri ya da sessizliğe mahkûm edilmiş eşlerdi. Ancak kadınlar kendi hikâyelerini yazmaya başladığında, yalnızca içerik değişmedi; anlatının sınırları da sarsıldı.
Edebiyatın dişil sesleri, eril anlatının çizgisel, otoriter, dış gerçeklik odaklı yapısına karşı, parçalı, içe dönük, bilinç akışıyla ilerleyen, duyguların labirentlerinde dolaşan, karakterlerin iç dünyasına derinlemesine dalan metinler yarattı. Çünkü kadınlar, dünyayı yalnızca dışarıdan gözlemleyerek değil, içeriden; bedenin, hafızanın, duyguların ve hayallerin içinden anlatıyorlardı.
Kadınlar yazdıkça yalnızca kendilerini değil; edebiyatı, sanatı ve toplumu da yeniden şekillendiriyorlar. "Yazının içinde bir yol var. O yolu bulana kadar hiçbir şey gerçekten bizim değildir."
Ve biliyoruz ki, kadınlar yazmaya devam ettikçe, dünya değişmeye, dönüşmeye ve aydınlanmaya devam edecek.