Seslenen Adam

Dört mevsimlik bir ay geçti: Eylül'e

03.10.2025 13:59
Haber Detay Image

Türk edebiyatının melankolik prensi Mehmet Rauf, o meşhur eserinde Eylül' ü yazdan sonra gelen, istenmeyen bir misafir gibi tanıtır ilk başta. Ancak aldanmayın bu mesafeli duruşa; sayfalar ilerledikçe ruhunuza öyle bir Eylül sevdası işler ki, roman bittiğinde o ayın adı artık zihninizde bambaşka bir anlam taşır.

Edebiyatımızın ilk psikolojik romanı olarak anılan ve adını bu aydan alan Eylül, lise sıralarından geçen hemen herkesin hafızasına kazınmıştır. Bu durum, edebiyat öğretmenleri için yıllardır çözülemeyen tatlı bir muammadır: "İlk psikolojik romanımız hangisidir?" sorusuna, sınıftan hep bir ağızdan, neredeyse ezber bir melodiyle "Eylül!" diye karşılık verilmesinin sırrı nedir? Belki de cevap, Rauf'un her cümlesini bir mensur şiir gibi işlemesinde ve Eylül' ün ruhumuza dokunan o tanıdık hüznünde saklıdır.

Eylül, yazın görkemli vedasıdır. Doğanın yavaş yavaş sessizliğe büründüğü, renklerin en pastel tonlarına döndüğü, hazanı karşılayan bir eşiktir. Bu yüzden ona "en hüzünlü ay" demek hem doğru hem de eksiktir. Çünkü Eylül' ün hüznü, içe işleyen bir sızı değil; olgun bir kabullenişin getirdiği dinginliktir.

Onu yalnızca otuz günden ibaret bir takvim yaprağına hapsetmek haksızlık olur; o, başlı başına bir mevsimdir aslında.

Her ay bir aşkın başlangıcı ya da bitişi olabilir elbette. Ancak Eylül, bu döngünün en keskin virajıdır. Kimi için yaz aşkının ardından gelen yapayalnız bir başlangıç, bir sonraki yazı bekleme mecburiyetidir. Kimi içinse okul koridorlarında yeniden karşılaşmanın tatlı heyecanı, bir sevdanın filizlendiği umut dolu bir zamandır. Benim içinse Eylül, hiç bitmeyenin adıdır.

Şairin dediği gibi, "O kadın beni terk ederse şair olurum." Eğer şair olmak için bir ilham perisine ihtiyaç varsa, o peri kesinlikle Eylül' ün ta kendisidir. Zira bir şairin mürekkebine damlatacağı ne varsa, hepsi onun avuçlarındadır: Sararmış yaprakların fısıltısı, aniden bastıran yağmurun toprağa sinen kokusu, akşama karışan melal, insanın içine dönmesini sağlayan o eşsiz durgunluk, özlem, sıla, vuslat ve elbette ayrılık...

Bizler, kulaklarında Alpay'ın "Eylül' de Gel" şarkısının tınısıyla büyümüş bir nesiliz. Şarkı yapıldığında henüz doğmamış olsak bile, o melodi bizim de anılarımızın fon müziği olmuştur. Eylül' ün şehirlere ne kadar yakıştığını ise en iyi o şehirlerde yaşayanlar bilir. Sayılı şehir görmüş olsam da Eylül'ün dokunduğu her yerin bir kartpostala dönüştüğünü söyleyebilirim. Özellikle Ankara için eylül, kavurucu ağustos sıcaklarından sonra gelen sihirli bir dokunuştur. Geceleri aniden üşümeye başlar, sırtınıza bir hırka alma ihtiyacı duyar, pencereleri kapalı uyursunuz. Şehir, sanki yorgun bir yazı uğurlayıp derin bir nefes alır.

Takvimler ne derse desin, benim yeni yılım hiçbir zaman Ocak'ta başlamadı.

Nasıl ki diyete başlamak için hep o sihirli "Pazartesi" beklenir, benim de tüm kararlarım, başlangıçlarım ve miladım Eylül'dür. Kendimle yüzleştiğim, fazlalıklarımı attığım, eksiklerimi gördüğüm, kendime döndüğüm zamandır. Yaz tutkunları için bir sonun başlangıcı olabilir; ama benim gibi bir sonbahar çocuğuysanız, Eylül sizin varoluş ayınızdır. Hazan sizin mevsiminizdir ve siz onsuz yapamazsınız.

Yine de tüm bu güzelliğine rağmen, bir kız çocuğuna verilecek en şiirsel ama bir o kadar da riskli isimdir Eylül. Ona doğarken melankolik bir mühür vurmak gibidir. Tıpkı içinde hasreti taşıyan Sıla ya da Özlem gibi...

İsyanla teslimiyetin, başlangıçla bitişin iç içe geçtiği bu aya her kavuştuğumda, "Oh be!" derim. "Sonunda geldin." Ağustos ile Eylül arasında diğer ayların hiçbirinde olmayan, gözle görülmez ama ruhla hissedilen kalın bir çizgi vardır. İşte ben, o çizginin müptelasıyım...

Yazarın Tüm Yazıları

title