Bazen bir görüntü, bir çocuğun elleriyle kapadığı yüzü, ekmek kuyruğundaki bir annenin bakışı ya da yıkılmış bir hastane binasının gölgesindeki kare, dünyanın bütün diplomatik dillerinden daha gür bağırır. İşte Gazze'de olup bitenler ve bunun görüntüleri aylardır bu keskin çığlıkları bize duyuruyor. Ben artık bu çığlıkların uluslararası kamuoyunun sağır kulaklarında yankı bulmasını istiyorum. Çünkü Gazze sadece bir coğrafya değil; insanlığın aynasıdır.
Her sabah dünyayı tararken gözlerim Gazzeli çocukların yarım kalmış hayallerinde dolaşıyor. Kaçımız sabah kahvemizi yudumlarken açlıktan ölen bir bebeği düşünmeye cesaret edebiliyoruz? Kaçımız bir yardım tırının vurulduğu haberini, sanki markette yanlış ürün almışız gibi sıradanlaştırmadan içimizde taşıyabiliyoruz?
Bir yanım bu sorulara cevap ararken, diğer yanım 17–21 Temmuz'da İstanbul'da gerçekleşen IDEF 2025 Uluslararası Savunma Sanayi Fuarı'nda başka bir gerçeğe tanıklık etti: Türkiye'nin savunma sanayindeki ulaştığı seviye… Selçuk Bayraktar, CNN Türk'ten Fulya Öztürk'e yaptığı açıklamada, "Ben bütün insanlık için büyük tehdit görüyorum. Bebeklerin öldürüldüğü yerde, bebeklerin öldürülmesinin meşru görüldüğü bir yerde, dünyanın en prestijli strateji dergilerinin savaşta nasıl bebek öldürülebilir şeklinde makaleler kalem aldığı, en prestijli eğitim kurumlarından mezun olmuş insanların, modern diyebileceğiniz insanların böyle ifadeler kullanabildiğini gördüğümüz bir dünyada her şey olur. Bütün bu olan bitenler içinde hepimizin bir sorumluluğu varsa dünyada bir tek bebeklerin yok. Bir tek sorumluluğu olmayan onlar, onlar insanlığın en masumları. Ama onu dahi öldüreceğim diyen bir zihniyetin, bir inancın olduğu yerde ve bunu meşrulaştıran bir düzenin olduğu yerde bütün dünya tehdit altındadır." Ayrıca Bayraktar "İşte bu yüzden bizim daha da güçlü olmamız gerekiyor… Hem milletimiz hem dost coğrafyalar için mazlumun yanında durmak zorundayız" derken Türkiye'nin IDEF 2025 Uluslararası Savunma Sanayi Fuarı'nda sergilediği yüksek teknolojili sistemler ve özgün çözümler, bu sözlerin yalnızca bir temenni olmadığını, somut bir vizyonun ifadesi olduğunu gösterdi. Bayraktar'ın vurguladığı gibi, mazlum coğrafyaların sesi olabilmek için güçlü olmak bir tercihten öte, ahlaki ve stratejik bir zorunluluk. Türkiye bugün, insansız hava araçlarından elektronik harp kabiliyetlerine, milli mühimmatlardan siber güvenlik çözümlerine kadar birçok alanda yalnızca kendini değil, dost ve mazlum halkları da koruyabilecek kapasiteye ulaşmış durumda. İşte bu fuar, bir ülkenin sadece askeri değil, vicdani donanımıyla da nasıl yükseldiğini tüm dünyaya ilan etti.
Sayın Bayraktar'ın vurucu tespiti, aslında Gazze'deki insani krize sessiz kalan dünya düzenine karşı güçlü bir refleks niteliğinde. Savunmanın sadece bir güç gösterisi değil, hukukun, insaniyetin korunması için bir gereklilik olduğunu da hatırlattı bizlere.
Ve Dünya… Dünya uzun süredir bu vicdani sınavda sınıfta kalıyordu. Ancak geçtiğimiz hafta, bu gidişata dair umutla okunabilecek bir gelişme yaşandı: Fransa, Filistin Devleti'ni resmen tanıyacağını açıkladı. G7 ülkeleri arasında bu hamleyi atan ilk Batı devleti olması, kararı tarihsel bir eşik haline getirdi. Bu sembolik ama cesur adım, sadece Paris'te değil, Ramallah'ta, Kudüs'te, İstanbul'da ve vicdan sahibi her yürekte bir yankı uyandırdı.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un "Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı vardır" sözleri, diplomasiden ziyade vicdani de bir söylemdi. Bu ses, yıllardır süren çifte standarda karşı bir kırılma çizgisi çekti ve yalnız Avrupa'dan değil, dünyanın dört bir yanındaki sivil vicdanlardan da destan destek aldı.
Peki Gazze'deki son durum ne? Maalesef hâlâ içler acısı. 650 günü aşkın süredir süren abluka, BM'ye göre kitlesel açlık riski oluşturuyor. Yardım konvoylarının büyük bölümü engelleniyor, çocuklar tedavi edilemediği için ölüyor. Yardım çığlığı atması gereken merkezler, hastaneler, fırınlar, okullar da artık yok. TİKA'nın kurduğu Türk Filistin Dostluk Hastanesi, Gazze'nin tek kanser hastanesiydi ve geçtiğimiz aylarda bombardımana uğrayarak o da yıkılmıştı. Bu yıkım sağlığın değil, insanlık çöküşüydü…
Ama Türkiye susmuyor. Sessizliği değil, dayanışmayı seçiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu meseledeki duruşuna uzun süredir tanıklık ediyorum. Sözleri diplomatik nezaket taşısa da duygusu kalbinden adeta fışkırıyor. En son BM Genel Kurulu'ndaki konuşmasında, "Gazze insanlığın namusudur" derken sadece bir lider değil; bir insan, bir baba, bir evlat, bir komşu olarak da konuşuyordu.
Türkiye bu meselede gerçek adımlar attı-atıyor. Birleşmiş Milletler'de Güney Afrika'nın İsrail'e karşı açtığı "soykırım davasına" destek verdik. Bu adım, hukukun yanında olduğumuzun da en somut mesajı oldu. Ayrıca insani yardımların ulaştırılması için AFAD, Kızılay ve TİKA gibi kurumlarımız olağanüstü gayret gösteriyor.
Yazarken kendi iç muhasebemi de yapıyorum elbette: Acaba biz, sivil toplum olarak daha fazlasını yapamaz mıyız? Daha çok ses çıkaramaz mıyız? Sadece yardımla değil, farkındalıkla da bu kuşatmayı aşamaz mıyız? Ben inanıyorum ki yapabiliriz. Yapmalıyız.
Gazze, sadece Gazze değildir. O, vicdanı hala kararmamış insanların sınavıdır. Fransa'nın Filistin'i tanıma kararı bir başlangıç olabilir; ama asıl değişim, dünyanın geri kalanının bu çağrıyı duymasıyla gerçekleşir. Barış, sadece siyasetin ya da devletlerin masasında doğmaz; halkların kalbinden yükselir.
Ve bizler, inatla, susturmak isteyenlerin karşısında daha çok yazacağız, daha çok anlatacağız. Çünkü sessizlik, zalimin tarafında durmaktır.
Ve ben bu tarafta değilim.