Geçtiğimiz yıl severek aldığımız bir parçayı, hatta geçen ay defalarca giydiğimiz bir kıyafeti artık üzerimize almak gelmiyor içimizden. Sanki o halimiz geride kaldı. Bu durum sadece moda değiştiği için değil. Çünkü biz de değişiyoruz.
Yapay zekâ, sosyal medya algoritmaları, her gün karşılaştığımız ilham postları… Tüm bunlar bize ne giymemiz gerektiğini değil, kim olmamız gerektiğini fısıldıyor. Ve biz de her sabah gardırobumuzun karşısında sadece ne giysem sorusunu değil, bugün kim olayım sorusunu da yanıtlamaya çalışıyoruz.
Bir zamanlar stilimizi sabit, karakterimizi yansıtan bir şey olarak düşünürdük. Oysa artık stilimiz de bizim gibi yaşayan, dönüşen bir şeye dönüştü. Bir gün kendimizi sade, zamansız bir parçada buluyoruz; ertesi gün cesur bir detayla başka bir yanımıza dokunuyoruz. Bu sürekli değişim bazen kafa karıştırıcı gibi görünse de, aslında hayatın doğasıyla uyumlu. Çünkü ruh hâlimiz, çevremiz, sorumluluklarımız, ilişkilerimiz değişiyor. Dolayısıyla bize iyi gelen şeyler de değişiyor.
Evet, bir yandan hızlı tüketim çağındayız. Trendler artık sezonlarla değil haftalarla ölçülüyor. Ama diğer yandan, bu hızla değişen döngünün içinde anlam arayışımız da derinleşiyor. Gardırobumuzu sadeleştiriyor, az ama bizi anlatan parçalara yöneliyoruz. Daha çok değil, daha bize ait olanı istiyoruz. Stil, bir yarış değil; içsel bir uyum hâline geliyor.
Yapay zekâ artık ne alacağımıza, neyle kombinleyeceğimize kadar öneriler sunabiliyor. Ama onun veremeyeceği bir şey var: his. Stil sadece dışarıdan nasıl göründüğümüzle değil, giydiğimiz şeyin içimizde nasıl bir yankı uyandırdığıyla ilgili. Bizi biz gibi hissettiren, sadece modaya uygun olan değil, o anki benliğimize temas eden parçalar.
Moda psikolojisi bize gösteriyor ki stilimiz, içsel kimlik hikâyemizin bir uzantısı. Her sabah giyinirken, o günkü benliğimizle yeniden tanışıyoruz. Değişiyoruz, gelişiyoruz, dönüşüyoruz. Ve bu dönüşümde kıyafetler sadece örtünme aracı değil; duygularımızın, arzularımızın ve hayallerimizin sessiz bir dili oluyor.