Dün gece bir film izledim.
Ama bu, sadece bir film değildi.
Bu, yüreğe düşen bir sızıydı.
Unuttuğumuzu sandığımız bir duygunun, içimizde sessizce büyüyen bir çığlığa dönüşmesiydi.
Adı: One Life.
Anthony Hopkins'in gözleriyle başladı her şey.
Ve o andan sonra hiçbir kelime, hiçbir oyunculuk, hiçbir senaryo satırı, bu hikâyeyi onun bakışları kadar anlatamadı.
Çünkü bazı gözler vardır, size sizin bile göze alamadığınız soruları sordurur.
Hopkins'in gözleri, işte tam da o gözlerdi.
Orada, sessizlik vardı.
Bir insanın kendine itiraf edemediği geceler, anlatmadığı pişmanlıklar, sustuğu çığlıklar vardı.
Nicholas Winton'un hikâyesi sadece bir kurtarma operasyonu değil.
Bu, insan olmanın ne demek olduğunu yeniden hatırlatan bir yolculuktu.
O, 669 çocuğun hayatını kurtardı.
Ama yaptığı bu büyük iyilik, onun için asla bir zafer olmadı.
O bunu anlatmadı, kutlamadı, kahramanlıkla süslemedi.
Çünkü onun içinde hep aynı soru yankılandı yıllarca:
"Ya yetişemediklerim?"
"Daha fazlasını yapabilir miydim?"
Bazı insanlar alkışlar için yaşamazlar.
Onlar iz bırakmak için de değil, sadece içleri rahat etsin diye adım atarlar.
Ve işte bu yüzden asla rahat edemezler.
Çünkü vicdan denen o ince sızı, bazen yapılanları değil, yapılamayanları anlatır insana.
Ve zamanla yarışan her iyilikte, geride kalan bir pişmanlık olur.
Film boyunca bir tren kalkıyor.
Çocuklar binip uzaklaşıyor.
Geride, elinde hiçbir şey olmayan bir adam kalıyor.
Ve biz o adamda kendimizi görüyoruz.
Kaç kez sessiz kaldık?
Kaç kez "ben ne yapabilirim ki?" deyip olanları sadece izledik?
Kaç kez adım atmaya niyetlendik ama bir adım bile ilerleyemedik?
Hopkins'in oyunculuğu sadece bir sanat değil, bir aynaya dönüşüyor.
O yaşlı eller, titreyen ses, kırışmış yüz…
Hepsi bizim hayatlarımızın metaforu gibi.
Kendimize bile itiraf edemediklerimizin sureti sanki.
Bazı sahnelerde öylece kalakalıyorsunuz.
Bir çekmecede saklı kalan dosyalar gibi…
İçinize gömdüğünüz iyilikler, söyleyemediğiniz teşekkürler, yarım kalan sevinçler aklınıza geliyor.
Bir bakış, bir susuş, bir tebessüm…
Hepsi öyle gerçek, öyle tanıdık ki…
Film ilerlemiyor sadece, siz de içinizde bir yerlere doğru yürüyorsunuz.
Ve fark ediyorsunuz ki, mesele dünyayı değiştirmek değil.
Bir insanın kaderini değiştirebilmek, bazen bir ömrün en büyük anlamı olabiliyor.
Ve o anlam, bazen en büyük yalnızlıkla beraber geliyor.
Çünkü gerçek iyilik, sessizlik ister.
Ve gerçek insanlar, yaptıklarını kalabalıklara anlatma ihtiyacı duymaz.
Yıllar sonra Winton, kurtardığı çocuklarla karşılaşıyor.
Gözlerine bakarken ağlıyor.
O çocuklar büyümüş, hayatta kalmış, yaşamış…
Ama onun gözleri hâlâ aynı soruyu soruyor:
"Ben olsaydım, daha fazlasını yapabilir miydim?"
İşte o an, film bitiyor gibi ama siz başlamış oluyorsunuz.
Kendi hikâyenize…
Kendi vicdanınıza…
Kendi eksik kalmış cesaretlerinize…
O tren sadece 669 çocuğu taşımadı.
O tren, insanlığın kalbini taşıdı.
Ve biz, izlerken şunu anladık:
Bir insanın gerçek büyüklüğü, kaç kişiye sesini duyurduğunda değil…
Kaç kişiye sessizce dokunduğundadır.
Belki dünyayı değiştiremeyiz.
Ama bir çocuğun gözyaşını silebiliriz.
Bir yaşlının elini tutabilir, bir kalbin kırılmasına engel olabiliriz.
İşte o zaman, biz de bir tren kalkarken, içinde bir hayat kurtarılmış gibi hissederiz.
Yazımı Hopkins'in sözleriyle değil, artık kendi sözümle bitirmek istiyorum:
"Vicdan, bazen en sessiz ama en doğru yoldur.
Ve o yol, sizi hep aynı soruya çıkarır:
'Ben olsaydım… gerçekten ne yapardım?'"