
Rock müzik denen şey bazıları için sadece bir tür değil, bir yaşam biçimidir. Ve o hayatın bir köşesinde mutlaka bir Guns N' Roses şarkısı vardır. Belki "Sweet Child O' Mine"ı bir aşkın fon müziği olarak hatırlarsınız. Belki de "November Rain" ile yağmurun altında ağladığınız bir gençlik gecesi gelir aklınıza.
Ama 2 Haziran gecesi…
O anılar yeniden canlandı. Beşiktaş Tüpraş Stadyumu'nun taş duvarları bile sanki yıllara meydan okuyan bu grubun coşkusuna eşlik eder gibiydi. İçerideyse binlerce insan, yaş farkı gözetmeksizin bir araya gelmişti. 18 yaşındaki bir delikanlıdan, 50'sini devirmiş bir kadın rockçının gözlerindeki aynı parıltıyı görmek mümkündü: Efsaneye tanıklık etmenin heyecanı.
Axl Rose sahneye çıktığında salon bir anlığına nefesini tuttu. Herkes aynı şeyi düşündü belki: "Hâlâ o eski Axl mı?"
Evet…
Belki artık sahnede zıplamıyor ama mikrofonu eline alışındaki karizma hâlâ dimdik. O ilk cümleyi söylediğinde stat alev aldı.
Slash'in gitarıyla "Welcome to the Jungle" çaldığında ise zaten hepimiz çoktan oradaydık: O vahşi, asi, tutkulu ormanda.
Konser boyunca sadece müzik çalınmadı.
Zaman çalındı.
Geçmişten bugüne, ilk aşkımıza, eski isyanlarımıza, annemizin "şunu biraz kıs!" dediği odalara gittik geldik.
Guns N' Roses, İstanbul'a sadece müziğini değil, geçmişimizin en deli dolu versiyonunu da getirdi.
Ve belki de en büyüleyici an, "Knockin' on Heaven's Door"la geldi.
Binlerce kişi tek ağızdan söyledi.
Gökyüzü bile sustu bir ara.
Sanki gerçekten bir kapıyı çalıyorduk birlikte.
Şimdi konser bitti. Kalabalık dağıldı.
Ama kulağımda hâlâ bir gitar solosu var.
Ve içimde şu cümle dönüp duruyor:
"Bazı geceler yaşanmaz, yaşatır. Bu da onlardan biriydi."
Çünkü bazı konserler sadece müzik değildir.
Bir dönemin kapanışı, bir kalbin yeniden atışı, ve bazen sadece… bir gül ve bir tüfek arasında yankılanan sonsuzluk olur.