İran Devrimi: Şah Rıza ve Şahbanu Farah'ın İran'dan ayrılışı - 1979
A. Çağrı Başkurt
Bilmeyiz ki şu bî-çâre gönül, "ey felek, ey felek, ey zâlim ü gaddâr felek" deyü kaç kere âh ü vâh eyledi… Kaç guruba temmuz deyü kondu da ocaktır deyü kalktı yürüdü… Güneş kaç kere keskin kılıcını yeniden döğüp üzerimize savurdu da gurup vakti ateşlerin saçtı durdu… Kaç gurubun gül-zâra mı yoksa lale-zâra mı teşbih edilesi rengi, Elbruz'dan esip Mehrâbâd'dan uçup gitti…
Ey mübarek ve hüzünlü ay hoş geldin!
Efendim geçen haftaki yazımı bu hafta ancak tamamlamaya zaman bulduysak da ay aynı aydır deyü yol almayı vazife bildik…
İçinde bulunduğumuz ay, eski takvimin yeni takvimle sabit olmaması sebebiyle hem Temmuz hem Muharrem'dir. Muharrem ayı hicri takvimin ilk ayı olmasının yanında "Aşûra" olarak kabul edilen onuncu günü, İslâm dünyasında Hz. Âdem'in tövbesinin kabul edilmesi, Hz. İdris'in göğe yükselmesi, Hz. Nuh'un tufandan kurtulması, Hz. İbrahim'in ateşten korunması, Hz. Yakup'un oğlu Hz. Yusuf'a kavuşması, Hz. Eyüp'ün hastalıklarının iyileşmesi, Hz. Musa'nın Kızıldeniz'i geçmesi, Hz. Yunus'un balığın karnından çıkması ve Hz. İsa'nın doğumu ile göğe yükseltilmesi hadiselerinin vuku bulduğu günü rivayet etmektedir. Diğerlerin aksine tarihi kesin olarak tespit edilebilen ve bugün anılagelen yegâne hadise ise Hz. Muhammed'in torunu Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61'de (10 Ekim 680) Kerbelâ'da şehit edilmesidir.
Hicrî 10 Muharrem'i bu sene milâdî 28 Temmuz'a tesadüf ederken, çarh-ı feleğin işini görün ki milâdî 27 Temmuz da Fars takvimiyle 5 Mordad'a tesadüf etmiştir. Böylece 27 Temmuz'u 28 Temmuz'a bağlayan gurup vakti, iki gezegenin bir vakitte buluşması gibi inancın ve medeniyetin iki mâtemini bir araya getirmiştir…
Görün bakın o felek neler eylemiştir neler!
19. yüzyılın ikinci yarısında İran'da dünyaya gelen Rıza Han, I. Cihan Harbi'nden evvel çoktan tuğgeneral rütbesine erişmiş başarılı bir askerdi. Harp esnasında terfi ettiği kumandanlıklarının yanında 1917 senesinde cereyan eden Ekim Devrimi yahut diğer bir adıyla Bolşevik İhtilali'ni fırsat bilerek Rusların İran üzerindeki siyasetine son verebilmek için İngilizlerle iş birliği içine girerek ordu içinde önemli bir tasfiyeyi gerçekleştirmeyi başarmıştı. 1921 senesinde Kazak kuvvetleriyle Tahran'a girip, mühim mevkileri kontrol altına almayı başarınca İran'da değişimin ilk işaret fişeği de ateşlenmişti.
Tahran'daki bu hareket mevcut hükümetin düşmesini de beraberinde getirdi. Bunun üzerine Kaçar Hanedanı'ndan Ahmed Şah, yeni hükümetin kurulması görevini Seyyid Ziyâeddin Tabâtabâî'ye tevdî etmiş, Tahran'da bulunan Rıza Han'ı ise genelkurmay başkanlığına ve savunma bakanlığına terfi ettirmişti.
Hükümetin ömrü sadece üç ay sürmüştü… Başbakan ve Rıza Han'ın düştükleri ihtilaf hükümetin ancak üç ay arakta kalmasını sağladı. Başbakan görevini bırakmaya mecbur kalmış ise de Rıza Han makamını koruyarak yeni hükümette de ağırlık noktasını değiştirmemişti. Nihayetinde de 1923 senesinde hükümeti kurma görevi bu defa kendisine tevdî edilmiş, Ahmed Şah yeni hükümetin huzur ve güven ortamında kurulabilmesi için en azından kendisinin bir dahlinin olmadığı kesin olarak bilinmesini arzu ederek, bu tevdî edişin akabinde İran'dan ayrılarak Avrupa seyahatine çıkmıştı.
Tahran'da yükselen sesler ve Türkiye'deki değişim
Ahmed Şah'ın Tahran'dan ayrılmasından kısa bir süre sonra halkın hükümet aleyhine nümâyişler tertip ederek sokağa çıkmaları şehrin bir anda ısınmasını beraberinde getirmişti. Meşrutiyet meclisinde bulunan vekiller, Türkiye'de gerçekleşen devrimi dikkate alarak İran'da da rejim değişikliğinin gerekliliğini öne süren yasa tasarısını çoktan hazırlamışlardı bile…
Başbakan Rıza Han'ın böylesi bir harekete geçmesi karşısında Ahmed Şah derhâl azlini talep etmekte gecikmemiş ve neyse ki Rıza Han bu talebe direnmeyerek sessizce Tahran'dan ayrılmayı kabul etmişti. Gelin görün ki Cumhuriyet'e giden yolun ilk kıvılcımı kolay kolay sönmeyecek, halkın talebi doğrultusunda Rıza Han yeniden başkente dönerek kabinesinin başına geçecekti…
Beklenmeyen bir isim ve İran'da inkılâp rüzgârları
Tarihler 31 Ocak 1924'u gösterdiğinde İran meclisi Kaçar Hanedanı'nın iktidarını feshetmiş; 12 Aralık 1925'te Rıza Han'a "şehinşah" unvanı verilmiş ve "Pehlevî Hanedanı" resmen kuruldu ve nihayet 25 Nisan 1926'da Gülistan Sarayı'nda İran tacını giymişti.
Pehlevî Hanedanı'nın ilk şehinşahı Rıza Şah, Atatürk'ü örnek alarak hızlıca reform faaliyetlerine dâhil olmuştu. Gelin görün ki Türkiye'nin geçtiği zorlu yoldan geçmeyen İran'da gerçekleşen hukuk reformu ile laikleşmenin öne çıkması mollalar ile Rıza Şah'ı karşı karşıya getirmişti. 1927 ayaklanmaları şiddetle bastırılmış ve reform karşıtı partilerin faaliyetlerine son verilmiş ise Türkiye'de 1925'te başlayan ve 1934'e kadar kademelerle devam edecek olan kıyafet reformlarının aksine İran'da 1928 senesinde birden yapılan kıyafet reformu mollaların aleyhtarlığını körüklemişti. Hâl böyle olunca kararından dönmek istemeyen Rıza Şah, bu defa da mollalara hapishane ve sürgün yollarını işaret etmişti…
Zaman içinde istediklerini gerçekleştirmeye muvaffak olan Rıza Şah, kadim İran medeniyetini muasır medeniyetler seviyesine eriştirmek için orduda, ekonomide ve eğitimde değişime olağanca kuvvetiyle hız vermişti.
Cesaret mühim lakin akıl ehemdir
Rıza Şah'ın Türkiye ziyaretleri ve gördüğü başarılı ilerlemeler onun memleketindeki reformlardaki haklı gidişatı için büyük cesaret vermişti. Fakat ne millet aynı millet ne de şartlar aynı şartlardı. Reformları gerçekleştirirken doğru bir dâhili ve hârici siyasette dümen tutulması zarureti Rıza Şah'ın göz ardı ettiği bir husustu. Atatürk, yaklaşan yeni bir hesaplaşmayı işaret ederek kendisinden sonra vuku bulacak uluslararası bir hadisede memleketinin mutlak tarafsızlık ilanıyla kendisini korumasını öğütlerken Rıza Şah, II. Cihan Harbi'nde İngilizlere güvenmeyerek Almanlara yakın olmaktan geri durmamıştı.
Sonuç… 1932 senesinde Anglo-Pers Petrol imtiyazlarının Şah tarafından tek taraflı olarak feshedilmesi olacakların habercisi olmuş, İngilizler ve Ruslar, Abadan Rafinerisi'nin kontrolünü sağlamak için 1941 yazında İran'ı işgal etmişlerdi. Aynı senenin Eylül ayında İngiliz ve Rus siyasetinin bir eseri olarak Rıza Şah yerini oğlu Şahzâde Muhammed Rıza'ya bırakmaya mecbur olmuştu.Hemen ardından da önce Hint Okyanusu'nda Moritus Adası'na sonra da Güney Afrika'daki Johannesburg'a sürgüne gönderilmişti.
Babadan oğula miras bir mesele
Muhammed Rıza Şah ansızın tahtı devraldığında henüz 22 yaşındaydı. İsveç'te okumuş bir veliaht olmasının yanında İran'da da askerî akademiyi tamamlamıştı. İran'ın gelecekte de güçlü bir şekilde ilerlemesi adına henüz veliaht iken siyasi bir evliliğin gereği olarak Mısır Kralı I. Fuad'ın kız kardeşi Fevziye ile evlendirilmişti. Dolayısıyla geniş çerçevede İran tahtında, babasının gerçekleştirmek istediği reformların yerleşmiş uygulamalarını doğrudan yerinde müşahede ve ayrıca eşi dolayısıyla kuvvetli bir müttefikliğin sahibi olan bir hükümdar bulunduğunu söylemek hiç de yanlış bir değildi fakat işler tahmin edildiği gibi yürümeyecekti.
Mutedil bir hava yaratmak için aflar ilan edip çok partili hayatı başlatan Muhammed Rıza Şah, İngiltere ve Rusya'nın harp esnasında İran'da gerekli yerleri kullanabilmelerine imkân tanıyarak Franklin D. Roosevelt, Stalin, Winston Churchill'in harbin devamlılığını görüşmek için Tahran'da bir araya gelmeleri, kendisini bir anda dünya gündeminde önemli bir portre hâline getirmişti. Buna rağmen reform aleyhtarlarının İran meclisinde ağırlık kazanmasına mâni olamamıştı.
Zorlu yolda bir suikast girişimi ve Roma'ya kaçış
1949 senesinde Şah'a karşı tertip edilen ancak başarıya ulaşamayan suikast girişimi sıkıyönetim ilânını beraberinde getirmekte gecikmemişti. Komünist partinin kapatılması ve sonrasında terör eylemlerinin artması yetmezmiş gibi Başbakan Ali Rezmârâ'nın öldürülmesi önü alınamaz olayları başlatmıştı.
Yeni Başbakan Muhammed Musaddık'ın Anglo-İran Petrol Şirketi'nin millîleştirilme kararını alması uluslararası boykotlarla karşılaşınca Şah, başbakanı azletmişti. Lakin Musaddık, diğer azledilenler gibi içinde bulunduğu durumu kolaylıkla kabul etmeyecekti.
Musaddık'ın azlin akabinde başında bulunduğu kitlelerin ortaya çıkardığı olaylar, Şah'ın ve eşi Süreyya'nın önce Bağdat'a sonra da Roma'ya kaçmalarına sebebiyet verecek; bu sırada İran'da başlayan iç savaş bir müddet sonra Şah'a sadakat gösteren General Zâhidî'nin hâkimiyeti ile sona erecekti. Ne var ki bu sona eriş, genç Şah'ın iktidarına bakışına da tesir edecek, reformların yolunu açabilmek adına sıkıyönetim ilanını uygulamaya koymasına vesile olacaktı…
Çözüm ve çözülme & Ak Devrim ve Türkiye
İran'da devam eden petrol krizinin 1954 senesinde çözülmesi, Avrupa ile tesis edilen münasebetlerin de çehresini değiştirmişti. Artık rüzgâr İngiltere'den yerine daha ziyade Amerika'dan esmekteydi…1957'de İran'da sıkıyönetim resmen kaldırılmıştı. Şah'ın bunu kabul etmesinin ardında henüz kurmuş olduğu istihbarat teşkilâtı Sâzmân-ı Ittılâât ve Emniyyet-i Kişver'in varlığı yatmaktaydı. Nitekim meclisin feshi ve akabinde Şah'ın kararnamelerle idareyi ele alması, muhalefeti hareketlendirmiş ve bu süreçte istihbarat örgütü görevini ziyadesiyle yerine getirerek tahtı korumayı başarmıştı.
Şah'ın Ak Devrim olarak da bilinen İnkılâb-ı Sefîd'i 1961-1963 seneleri arasında İran'da sosyal ve ekonomik sahada mühim reformların gerçeklemesini sağlamıştı. Toprak reformu, kadınlara seçme hakkının verilmesi ve okuma yazma seferberliğinin ilanı harareti büsbütün artırmış, bu hararetin lokomotifi olmak Âyetullah Humeynî'ye düşmüştü. Hararet öylesine yükselmişti ki ayaklanmalarda yüzlerce muhalif öldürülmüştü. Sükûnet ise Âyetullah'ın 1964 senesinde önce ölüme mahkûm edilmesi ancak yeni bir olaya vesile olmaması için cezası tebdil edilerek Türkiye'ye sürgüne gönderilmesiyle şimdilik sona ermişti…
Planlar planlar üstüne & Körükler körükler üstüne
Şah Muhammed Rıza, 1963-1972 senelerinde beşer senelik iki kalkınma planıyla İran tarım ve sanayinde büyük ilerleme kaydetmişti. 1973 senesinde petrol konsorsiyumunu millîleştirerek millî geliri yükseltmeyi başarmıştı. Bu artış Amerika'nın bölgeye daha da ilgi göstermesi ve İran'ı güyâ bölgenin tek hâkimi kılmak için farklı yollarla büyük ölçüde askerî harcamalara girmeye teşvik etmişti…
İran'da askeri alanda yaşanan teknik ve diğer ekonomik gelişmelere rağmen halkın içine düştüğü dengesiz gelir dağılımı, toprak reformunun çökmesi mollaların muhalefetini körüklemiş; erişilen noktada milyonlarca insan İran sokaklarında yerlerini almış, mollaların liderliğinde ilerleyen muhalifler, ölümle karşı karşıya gelmişti. Ancak bu defa çok az kişi rüzgârın Şah'tan yana değil de muhaliflerden yana estiğini fark etmişti. Belki de Şah Muhammet Rıza'nın dahi bu rüzgârdan gereği gibi haberi bulunmuyordu. Kim bilir belki de yükselen ayak sesleri, işitilmek istenmiyordu…
Uluslararası pek çok kurumun Şah aleyhine resmî eleştirilerini haber vermeleri, kendisini tek partili bir iktidara geri dönme fikrine sevk etmiş ise de bu düşünce kaosun yeni körüğü olmaktan öteye geçmemişti. İran'da peşi sıra değişen başbakanlarla döndürülmeye çalışılan çarkın dişlileri, tarihler 1979 senesini gösterdiğinde artık dönmeyi bırakarak birer birer kırılmaya başlamıştı bile...
Düne ve yarınlara veda
İran Şahı Muhammed Rıza veliaht iken Prenses Fevziye ile evlenmiş olsa dahi 1949'da yeniden şekillenen anayasa İran asıllı olmayan birinin tahta vâris olmasını kesin olarak menetmişti. Bu sebeple Şah, bir kızı olmasına rağmen Kraliçe Fevziye'den ayrılmaya mecbur olmuştu. Çok geçmeden Süreyyâ ile evlenmiş ise de bu defa da kız yahut erkek bir çocuğun dünyaya gelmemesi veraset için yeni problem olmuştu. Sonunda ondan da ayrılarak 1959'da Farah Dîbâ ile evlenerek kısa sürede oğlu Şahzâde Rıza'yı kucağına almıştı ama ötesi de vardı…1967'de anayasada yapılan bir değişikliğe göre Şah, vârisi yirmi yaşına ulaşmadan vefat ederse Şahbanu (imparatoriçe) unvanını taşıyan eşi Farah, saltanat naibi olarak görevi devralacaktı. Lakin yakın zamanlarda bunun mevzu olmayacağı kimin aklına gelirdi ki?
6 Ocak 1979'da alınan karara göre Şah ve Şahbanu on gün sonra İran'ı terk edeceklerdi. Bununla beraber bu gidiş her zamanki gibi çıkılan bir Avrupa tatili gibi ilan edilecekti. Gidişin halka bu şekilde ilan edilmesi Şah'ın fikriydi. Belki de bu fikir geri dönüş ümidinin bir eseriydi. Yağan kar Elbruz Dağları'ndan soğuk rüzgârları Şah'ın ve Şahbanu'nun yanan yüreklerine ulaştırıyordu. Sarayın dışındaki hareketlilikte işitilen Allahuekber ve Kahrolsun Şah nidaları ise yüreklerin soğumasına müsaade etmiyordu. Kızları Ferahnâz ve Leyla'yı çoktan Amerika'ya, henüz 17 yaşında olan oğulları Ali Rıza'nın yanına göndermişlerdi…
İran'da işler bütünüyle durdurulmuştu. Nümâyişlerde yükselen sedalar gökleri inletiyor, yerleri titretiyordu. Yeni kışkırtmalar gerginliği büsbütün artırıyordu. Memleketin aydınları olabildiğince hızlarıyla İran'ı terk ediyorlardı.
Buna rağmen pek çok yüksek rütbeli subay, siyaset adamı, öğretim üyesi ve bazı mollalar saraya çıkarak meselenin kanlı ya da kansız çözüme kavuşturulmasını talep ediyorlardı. İran'ın geleceği ne olursa olsun kurtarılmalıydı. Fakat Şah gelenlere her defasında "Bir hükümdar tahtını, yurttaşlarının kanı pahasına kurtarmaya kalkışmaz. Bir diktatör bunu düşünebilir ama bir hükümdar bunu asla yapmaz!" diyerek hepsini mutlak bir dille reddediyordu ama ne çare…
Bir imparatoriçeye de bu yakışırdı
Şah Muhammed Rıza bütün bu kabullerle uğraşırken "Şahbanu" yani imparatoriçe unvanlı Farah Pehlevî bazı kişisel eşyalarını toplamakla meşguldü. Her ikisinin de gelecek için başka şeyleri düşünmesi gerekmekteydi. Çocuklarının da resimlerinin bulunduğu aile albümlerini arkada bırakma düşüncesi onu belki de en huzursuz eden şey olmuştu. Fakat onun dışında "Başkaca neleri götürmeliyim?" sorusunun bir cevabı yoktu.Altüst olmuş bir ruh hâli içinde kalan Şahbanu'nun aklına gelen bir diğer şey şehir dışında giymeyi sevdiği bir çift çizme olmuştu. Ona göre bundan böyle istedikleri kadar yürümeye zamanları olacaktı ve dengede kalmak esas olmalıydı. Bu garip düşünce birkaç gün sonra onları bir valizin içinde görüp kendi kendine acı acı gülmesiyle daha da anlam kazanacaktı: "Ya Rabbim! Bu tür çizmelerin dünyanın her yerinde bulunduğunu nasıl olup da aklıma getirmemiştim. Ne tür bir ıssız ve dondurucu sürgüne doğru yol alıyorduk?"…
Haklı bir kararsızlık içinde olan Şahbanu, öfkeden çılgına dönmüş göstericilerin saraya girerek, dolaplarını, çekmecelerini yağmalayacaklarını düşündükçe irkiliyordu. Yine de her ne pahasına olursa olsun, hiç kimsenin değerli eşyalarını beraberlerinde götürdüklerini düşünmelerini istemiyordu. Bu nedenle de akıllıca hareket ederek müze sorumlularını çağırarak gerekli zabıtları tutturmuş dahası her şeyin yerli yerinde kalması için televizyondan birkaç ismi saraya davet ederek tüm sarayı kameraya çektirmişti. Yabancı gazeteleri davet ederek onları da bu güvenli ortamın yaratılmasına destekçi kılmıştı.
Veda zamanı gelip çattı
Şahını ve Şahbanusunu son kez ağırladığından habersiz olan saraydaki hava giderek ağırlaşmış ve nihayet tarihler 16 Ocak 1979'u göstermişti... Ağırlaşan hava saraydaki sesleri büsbütün ortadan kaldırmış ölüm sessizliği her yere hâkim olmuştu. Şah'ın tüm sessizliğine rağmen Şahbanu yaşananların tarihte pek çok kere cereyan ettiğini ancak düzelmeyecek bir durumun olmadığını emektarlarına anlatmaya, onları bile isteye terk etmediklerine ikna etmeye çalışıyordu. Hatta ilkbaharda yeniden buluşulacağını dahi söylemekten geri durmamıştı. Buna rağmen hakikatin ibresi menfi bir hâli işaret ettiğinden Şahbanu şahsi mücevher ve paralarından bir kısmını sarayın emektarlarına dağıtmış hiç değilse dönene kadar rahatta kalmalarını arzu etmişti…
Fakat Şah'ın vedası daha zor olmuştu. Sarayın sessizliği ağlama ve feryatlar ile bir anda bozulmuştu. Gitmemeleri için yalvarmalar ne yazık ki çaresiz bir çabanın eseriydi. Sarayın bahçesinde kendilerini uğurlayanları son kez selamlayarak bekleyen helikoptere binen Şah ve Şahbanu Mehrabad Havalimanı'na doğru hareket etmişti.
İran size emanet
Mehrâbâd Havalimanı'nda muhafız alayından bir subay, Şah'ın ayaklarına kapanarak gitmemesi için yalvarması onun metanetli duruşunda da büyük tesir yaratmıştı. Şah'ın, gözlerini ilk defa buğulanmıştı. Bu esnada pek çok subay ağlayarak aynı istirhamda bulundular ise de bu yine çaresiz bir çabaydı. Şah, Genelkurmay Başkanı ile husûsi bir görüşme gerçekleştirdikten sonra gazetecilerin yanına yönelerek hükümetin başına Şahpur Bahtiyar'ı atamış olduğu için onun mecliste güven oyu almasını bekleyeceğini haber vermişti.
Çok geçmeden Şahpur'un havalimanına gelerek güvenoyu almış olduğunu haber vermişti:
" - Şimdi her şey sizin elinizde. Başaracağınıza inanıyor, İran'ı size, sizi de Tanrı'ya emanet ediyorum"
Tutunmak ya da tutunmaya çalışmak
Ayrılık uçuşu, resmî ziyaretler için kullanılan Şahin adlı Boeing 707 ile gerçekleşecek, nereye sürüklendiğini zamanın göstereceği kadim İran'ın, şahını son selamlayışı bu vedanın eseri olacaktı.
Şahbanu ise son anlarını şöyle kaydedecekti:
"Nihayet bizimle gelmek isteyen birkaç kişiyle birlikte kendimizi uçağın içine attık. Protokol şefi Emir Aslan Afşar, babası Ebulfeth Atabey, eşimden önce sırasıyla Ahmet Şah ve Rıza Şah'a hizmet eden Kambiz Atabey, bizim özel güvenliğimizi sağlayan iki Albay Kioumars Cihanbini ve Yazdan Nevisi ile muhafız subayları bunlar arasındaydı. Ayrıca uzun zamandan beri hizmetimizde olan başka insanlar da vardı. Sarayda son anda etrafımda hiçbir kadın bulunmadığını fark etmiş ve dört çocuğumuzun doktoru olan akrabalarımızdan Doktor Lioussa Pimia'ya, sonu belirsiz bu yolculuğa benimle gelmeyi isteyip istemediğini sormuştum. Hemen kabul etmiş, arkasında ailesini bırakarak, sadece elbiselerini koyduğu küçük bir valizle bize katılmıştı. Aşçımız da bizimleydi. İran'ı, alışık olduğu mutfağı bir daha göremeyeceğini sezdiğinden olsa gerek, son derece titiz olan bu adam, yanına kocaman bakır tencerelerini ve çuvallar dolusu nohut, pirinç ve mercimek almıştı...
Kısaca, herkes bir şeylere tutunmaya çalışıyordu."
Bugün mâh-ı Muharrem vakt-i mâtemdir safâ olmaz,
Fürûğ-ı dîde-i giryân-ı gamdan rûşenâ olmaz.