Sevgili Kobe
“Haklısınız. Ben yaşamı sevdim. Doymazlıkla seviyorum.
“Haklısınız. Ben yaşamı sevdim. Doymazlıkla seviyorum. Aynı zamanda da korkunç gibi geliyor bana, hem de erişilmez gibi geliyor. Bu nedenle inanıyorum. Evet, inanmak istiyorum, yaşamak istiyorum. Her zaman.”
Albert Camus-İlk Adam
Ölümün aniliği midir insanı yıkan? Yoksa çaresizliğimizin farkına vardığımız anın soğukluğu mudur? Edebiyat tarihinin en önemli isimlerinden Albert Camus’nün tamamlayamadığı kitabı “İlk Adam”; yaşamını, kendini, çaresizliğini düşündürür insana. Çaresizliğini düşünen bir insanın çaresiz bir şekilde vedasıyla tarihteki yerini alırken hem de satırlar... Ayrton Senna, sadece kazanmak istedi. Sadece başarmak için nefes aldı. Lider götürdüğü yarışın başında, başladığı yerde, zirvede veda etti ve hiçbir şey aynı kalmadı. Ve belki de bu satırların kendisi için yazıldığını görse, “Hadi evlat, ne diye ağlıyorsun? Sabah yeni bir gün ve senin yapman gereken, yaşayacağın her yeni günü fethetmek.” diyecek bir kahramandı. Kobe Bryant’ın gazetecilik tanımıyla “obituary”sini (vefat yazısı) yazmaktansa onun etkisini, onun kaleminiyle aktaracağım.
Sevgili Kobe
Uykulu gözlerle, beş yaşında bir çocuk olarak, Staples Center’dakiler başta olmak üzere potaya gönderdiklerinle tek bir şeyin gerçek olduğunu anlamıştım: Senin âşık olduğun oyuna, senin sayende âşık olmuştum. Öyle bir aşktı ki bu, ne olduğunu dahi anlayamamıştım. Âşık olduğum şeyin basketbol olmadığını, spor ve rekabet olduğunu da seninle fark etmiştim. Okuma yazma bilmeyen beş yaşında bir çocuk olarak, senin olduğun dergileri karıştırmış ve okuma yazmayı öğrenmiştim. Senin adadığın hayatın yanında evrendeki bir nokta kadar bile küçük olamayacaktı adadıklarım. Uykum, ilgim, açlığım, sevgim…
Benim için görülen tünel, senin sahaya çıkışında adımlarını sıklaştırdığın tüneldi. Ve izledim, okudum, örnek aldım. Yağmurda sırılsıklam toplarla, karda eldivenlerle üstü açık basketbol sahalarına koştum. Potadan geçen her topta; ince, cılız bir sesle “Kobe” diye bağırdım. Tıpkı basketbolun seni zorlamadığı, çağırdığı gibi; televizyon ekranı da beni çağırdı 13 sene boyunca kasım-haziran arası, sabaha karşı 5.30’da. Her şeyi senden aldığım ilhamla yaptım, şu satırları yazdığım, kendime çizmeye çalıştığım yol gibi... Senin de “bir hayalin vardı” ve o hayalin gerçekleşmesi için kendini nasıl adaman gerektiğini, çalışma etiğini, hırsı, çabayı, öne çıkmış çeneni gören herkese gösterdin. Veda mektubunda verebileceğin tek şeyin, kalan bu sezon olduğunu söylemiştin. Hayır! Verebileceğin ve verdiğin tek şey bu değildi. Oscar’ı kazanacağına inandın ve heykelciği evine götürdün. Doğduğu andan beri yanından ayırmadığın Gigi’ne, nasıl çalışması gerektiğini ve nasıl kazanacağını öğrettin. Hatta o iş ahlakını nasıl geçirebildiysen kızının hayatına, okulundaki balosuna iki saat erken gelip, topuklu ayakkabı ve elbiseyle antrenman yapmasını sağladın. Bu tarz onlarca an yaşamış, yaşatmış bir insan olarak Gigi’ne, “Yeter Gigi, şimdi gitme vakti” deme ihtiyacında bulunmuş ve beklenen “hayır” cevabını almıştın.
İşte Kobe, bu noktadan sonra seninle ayrışma vaktimiz geldi. Özür dilerim ama senin dediğin gibi değil. Sorun var. “Seni bırakmaya hazırım” cümlesini kurduğun alan sadece basketbol olmalıydı. “Hall of Fame” konuşmanı, gelecekten umutla bahsederek, başardıklarının haklı keyfini çıkararak yapmalıydın. Pau Gasol, LeBron James, Magic Johnson, Jerry West gibi isimlerin seni takdim edişini görmeliydin. Majestelerinin, “Benimle kıyaslanabilecek tek oyuncu o!” sözünü tekrar duymalıydın. Ve maalesef kalan her anının keyfini çıkarmalıydın. Atlanta-Brooklyn maçında olduğu gibi Gigi’yle basketbol tartışmalı, Luka Doncic’e Slovence sataşmalıydın. Kimsenin kusursuz olmayacağını da gördük seninle ama kaybetmenin bir ihtimal olmaması da senin sayende akıllara kazındı. Sadece büyük bir sporcu değildin. Aynı dönemde parkede ter döktüğün Richard Jefferson’ın da dediği gibi, “John Lennon, Prenses Diana, Prince, Michael Jackson. Bu sadece basketbol topluluğu için değil, dünya için bir şok.”
Jose Mourinho, Bobby Robson için yapılan Netflix belgeselinde, “Seni seven son insan öldüğünde ölmüş olursun.” der. Bu sebepledir ki ölüm sana uygun bir sıfat değil. Ama ikimiz de biliyoruz ki, bundan sonra bıraktıkların ve öğrettiklerinle beraber beş yaşında uykulu gözlerle Portland’a karşı verdiğin mücadeleyle seyreden küçük çocuk olarak kalmamı sağlayacaksın. Hayalimde anılar, hayatın bitmesine ne kadar varsa. 5, 4, 3, 2, 1...
“Kobe galibiyet için atıyor ve BAM! Başardı, Kobe başardı. Lakers kazanıyor!”
Evet, Camus’nün satırlarındaki gibi yaşamayı sevdin. Doymazlıkla, her anın değerini bilerek sevdin. Bu nedenle inanıyoruz, evet, inanmak istiyoruz. Yaşamanı istiyoruz, anılarımızın bir parçası da olsa. Her zaman.
Hoşça kal Mamba.