Pandemide sarı topu beklerken
Tenis turu mart ayı başındaki Indian Wells için California’da toplanmıştı ki dünyada kızılca kıyamet koptu.
Tenis turu mart ayı başındaki Indian Wells için California’da toplanmıştı ki dünyada kızılca kıyamet koptu. O zamana kadarki iki-üç aylık sürede bolca ismini duyduğumuz ama çok da fazla idrakına nail olamadığımız yeni koronavirüs, kortlara kilidi ilk kez işte o anda vurdu. Başta küçük bir tıbbi mola gibi görünen o kilit çok kısa sürede dev bir stop-voleye dönüştü ve sarı topun sesini tümden kesti. Usta ellerde kulaklarımıza şarkı gibi gelen o sesi yeniden ne zaman duyarız, bunu söylemek güç. Ancak ortada bir gerçek var; salgından sonra tenis aynı olmayacak, diğer her şey gibi. Bunun dönemsel, yapısal ve sosyal birçok sebebi var.
İlk olarak en gözle görülür etkiden bahsetmek lazım. Takvim tam tabiriyle allak bullak oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan beridir slamlerin ertelenmesi ya da iptali görülmüş şey değil. Ancak yaklaşmakta olan Roland Garros’u mevcut şartlarda mayıs sonunda oynamak imkânsızdı ve ilk zamanlar, “Seyircisiz oynatamayız da gelenlerle kapıda el dezenfektanı ve maske veririz.” diyen organizasyon, bundan sadece on beş gün sonra 180 derece dönmeye mecbur kaldı ve tehir kararı aldı. ATP ve WTA Tur yönetimleri de, Roland Garros’un normaldeki bitiş tarihi 7 Haziran’a kadar tüm faaliyetlerini durdurduklarını deklare ettiler peşinden. Olimpiyatın 2021’e kayması ve Roland Garros’un, “ Ben yaptım oldu” tavrıyla Laver Kupası’nın slotu, Amerika Açık’ın bitişinden bir hafta sonrası 20 Eylül’ü yeni tarih olarak açıklamasıyla artçı şoklar devam etti. Wimbledon’un da iptal olmasıyla, asla düşünülemeyecek bir raddeye ulaştı işler.
Tedbirlerin hepsi, hatta Roland Garros’unki dahi insan ve oyuncu sağlığı açısından bakıldığında elbette mantıklı. Böyle bir ortamda sporu ve eğlenceyi düşünmek, hele hele düzen devam etsin diye canları tehlikeye atmak tabii ki konu bile olamaz. Ama yine de tenistik perspektiften bütün bu kararların büyük yansımalarının olacağı kesin.
Şayet bu illet hiç ortaya çıkmasaydı, en azından kısa vadede hangi aktörlerin en büyük kupalar için en şanslı durumda olacaklarına hiç şüphe yok. Herkes bilir ki Rafael Nadal için, üç Masters, bir 500 ve bir Grand Slam’den teşekkül olan nisan – haziran arası Avrupa toprak sezonu, bağbozumu anlamına gelir. Rafa her sene “Grand Cru” etiketli elit bir üretici gibi Madrid ve Barcelona’da tempranillo, Roma’da sangiovese, Monte Carlo ve Roland Garros’ta da cabernet-sauvignon ve merlot gibi üzümlerin hasatını yapar ve doğal olarak en iyi eserlerini bu periyotta şişeleyip (veya kupalayıp) dünyanın tadımına sunar. Kariyeri boyunca Federer’i slam sayısında hep geriden takip edip en sonunda farkı bire indirmişken, bu sene en sonunda asmaların üstünü kapatan Chatrier’ye normal zamanda giremeyecek olmak Nadal için ne olursa olsun keyif kaçıran bir hadise. Eylülde de ocakta da Fransa’da dengeli, buke olarak zengin üst segment bir son mamül bekleriz kendisinden ama Amerika Açık da onun dört şampiyonlukla en iyi randıman verdiği turnuvalardan biri. Bu ikisinin arasında sadece bir hafta olursa her türlü zarar yazar İspanyol’a, ama Amerika Açık konsantrasyonu olarak ama oradaki yorgunluğun Paris’teki muhtemel faturası olarak.
Öte yandan vadeyi biraz daha uzun zamana yaydığımızda Novak Djokovic ismi potansiyel en büyük kaybeden olarak öne çıkıyor. Kestirmeden söylemek gerekirse, hâlihazırda bir takvim slami, hatta bir “Golden Slam” yapabilecek kadın ya da erkek tek oyuncu Novak’tı. Serena, 2015’teki Amerika Açık – Roberta Vinci faciasıyla nasıl tarihi fırsatı tepti, unutmak olanaksız. Modern dönemde bir daha hiçbir oyuncu o kadar dominant olabilecek mi, tartışılır. Sırp raket, Serena’nın o zaman WTA’de sahip olduğu tekil statüde değil ve ATP’de hâkim doktrinin Nadal ve Federer ile de beraber meydana getirdikleri bir teslis olduğu aşikâr. Ama son yedi slamin beşini kazanan ve her zeminde her slami kazanmak için kredibilitesi çok yukarda olan bir tenisçinin olimpik yılda ve bu ritimdeyken tarih yazma fırsatını kaçırmış olma ihtimali pekâlâ var yaşanan bu olağanüstü durumla. Öyle ya, gelecek sezonun ne getireceğini bilmiyoruz. Nole şu an 32 yaşında ve fiziksel olarak zirve noktasında ya da en azından oradan çok uzakta değil. Bir yaş daha alıp aynı sıradışı işlerin peşine takılmak daha avantajlı olur mu, evet demek zor. Kaldı ki arkadan sıkıştıran Medvedev’li Tsitsipas’lı Zverev’li grup, eskilerin tabiriyle “ortaya çıkmak” üzere. Şu ana kadar yeni terleyen bıyıklarına bakıp “Helal olsun, bu çocuklarda iş var” dediğimiz, şefkatle başlarını okşayıp cesaretlendirdiğimiz bu gençler ev geçinderecek yaşa geliyorlar. Artık Üç Büyük tarafından sömürülmeye açık tıfıllıkları, toylukları bitiyor, bizim sempatimize de olan ihtiyaçları da. 2020 Wimbledon’da mı, 2021 Wimbledon, US Open’da mı kupaya gitmek daha kolay olurdu mesela Djokovic için? Kanaatimce ilki.
Bu soruyu sormuşken eski tüfekleri de işin içine katmanın tam zamanıdır. Roger Federer şubat ayında dizinden operasyon geçirdi ve yenilenmiş, dinlenmiş, yeniden şarj olmuş biçimde geri dönme ihtimali var seneye. Evet, 40 yaşında olacak ancak bilhassa 2021 Wimbledon için faktör olma şansı kesinlikle mevcut. Ağır sakatlık ve ameliyat çıkışı apar topar katılacağı bu seneki Wimbledon’da faktör olma şansından çok daha fazla en azından ve bu da Djokovic için yeterince büyük bir eksi. Del Potro ve Kevin Anderson gibi dönecek diğer sakatları da, Djokovic malikanesindeki havuzdan su çekebilecek musluklar olarak bu probleme ekleyelim.
Süreçten negatif etkilenecek bir üçüncü oyuncu olarak Dominic Thiem akla geliyor. Roland Garros’ta son iki yılın finalisti, Avustralya’da mükemmel iki hafta geçirmişti ve inanılmaz bir özgüveni en sevdiği noktaya, toprak sezonuna taşıyordu. 26 yaşla, mental ve fiziksel olarak zirve oğlu zirvesindeydi kariyerinin. Burada durmayı asla tercih etmezdi seçme şansı olsa o da.
Kadınlardaysa kalın puntolarla saptama yapmak, bu sürecin hangi taşları yerinden oynatacağını söylemek ziyadesiyle çetin. Momentumun sürekli değiştiği, bir gün vezir olanın ertesi gün rezil olabildiği WTA Tur’da zaten normalde de haftalık dahi çözümleme yapmak belayı çağırmanın ta kendisi. Sadece Serena’nın durumu bir özellik taşıyor ki, bu ara ya onun yeniden dirilmesini ve yeniden slamler kazanmasını sağlayacak ya da belki emeklilik rotasına dümeni kırmasına zemin hazırlayacak. Tüm koşullar düşünüldüğünde ortası herhalde olmaz. Bir de Rybakina bu kadar şaha kalkmış, tozu dumana katıp ilk 10’a doğru ivmelenmişken onun için ekstra bir handikap demek abartı sayılmamalı. Sekiz sene sonra bodrumdan çıkardığı raketindeki yeni kordajı patlatamadan eve dönen Clijsters içinse ne denir, hiçbir fikrim yok.
Peki, kazanan var mı? İçinde bulunduğumuz bu berbat durumda böyle bir kelime kullanmak bile abesle iştigal gibi geliyor ama sakat oyuncular, en başta da Andreescu ve Federer için sportif anlamda bu zorunlu molanın daha az yıkıcı olduğu söylenebilir. Gelgelelim neredeyse tüm tenisçilerin ve genel anlamda tenis sporunun, yaşananlardan sosyal ve ekonomik olarak çok yıpranarak çıkacağı bir sır değil. Bir sonraki bölümde işin biraz bu yönüne değineceğim.
Evvela şu var, bu spor Federer, Djokovic ya da Serena’lardan müesses bir milyonerler kulübü değil. Çok zengin ve nüfuzlu figürler var ama daha da fazla, her hafta evine ekmek götürmek için raket sallayan kamyon kamyon oyuncu var. Misal çiftler tenisi, çoğunlukla varlığı sorgulanan bir meşkale. Nadal – Federer binlere milyonlara ulaşırken bazen iki saat sonra aynı kortun bomboş tribünlerinin önünde dört tane adamın başka bir oyun oynadığını görür ve, “Ya bunlar neyin mücadelesini veriyor?” diye sorarken bulursunuz kendinizi ara ara. İşte mücadelesini verdikleri şey o, ekmek. Geçindirmek zorunda oldukları birer aileleri, en iyi eğitimi almasını istedikleri çocukları var hepsinin, hepimiz gibi. Dolayısıyla her hafta uçağa binip dünyanın bir ucundaki yerlere bu yüzden gidiyorlar. Çalışmak için. Çiftler asla yeterince duyar yaratmayacaktır, farkındayım. Ama ilk 100 hatta ilk 50 dışındaki tekler için de durum çok başka değil. Üstüne üstlük yaşanan bu krizin salgın kontrol altına alındıktan çok sonraları bile her alanda ekonomik tahribat yaratmaya devam edeceği öngörülüyor. Tenis bundan azade olmak şöyle dursun fırtınanın tam gözünün içinde.
Önceki gün tenis gazetecisi Christoph Clarey’nin yayınladığı makalede bilhassa ATP 250 seviyesindeki turnuvaların operasyonel manada sınırlarda gezdikleri vurgulanıyor. Senelik olarak kar marjları 125 bin dolar civarındaki bu yapılar tabiri caizse kıt kanaat varlıklarını sürdürüyorlardı. Hastalığın yarattığı kaosla beraber bazlarının kapıya kilit vurması, lisanslarını başka şehirlere veya ülkelere kaptırması söz konusu olacaktır.
Bir de başta söz ettiğim Roland Garros konusu var elbette. Zaten birçok güç odağı ve çatı yapının mevcudiyetiyle, birlikte hareket etme ve seri karar alma konusunda dezavantajlı olan bu sporda bir Grand Slam’in bu çeşit bir pervasızlığına tahammül etmek kolay değil. Moloz kaldırıldıktan sonra bu anlamda da bir hesaplaşmanın olması, bilhassa ATP ve oyuncular cephesinden Fransa Tenis Federasyonu’na yönelik bir misillemenin gelmesi bekleniyor. O zaman da çarşı büyük karışacaktır, pek kaçarı yok.
Nihayet sıfır noktasına gelip dayanıyoruz burada. Her şeyin başladığı yer olan Çin, her sektörde olduğu gibi teniste de ağırlığını son yıllarda giderek arttırdı. Li Na ile bir slam şampiyonu çıkardılar ve irili ufaklı bir dolu turnuvaya ev sahipliği yapıyorlar. Erkeklerde 1000’lik Shanghai ve 500’lük Pekin ile birlikte Chengdu ve Zhuhai; kadınlarda Zhengzhou, Nanchang, Guangzhou, WUHAN, Pekin, Tianjin’e ek olarak Zhuhai’de WTA Elite Trophy ve Shenzhen’de WTA Masters oynanıyor. Her şey yolunda gider de umulduğu gibi eylül ayında hayat kaldığı yerden devam ederse tenisin ilk istikameti uzak doğu olacak. Olacak da nasıl olacak, o belli değil. Çin’de büyük para var, bu malum. Ama bu iklimde oyunculardan ne kadarı bunu düşünür de o uçaklara binip o turnuvalara gider. En azından o paralara asla ihtiyacı olmayan en büyük yıldızlar, misal Federer ya da Serena bir daha o coğrafyada topa vurur mu, onlar olmazsa Çin bu paraları akıtmaya devam eder mi, soruların hepsi bir başka soruyu beraberinde getiriyor.
Meselenin bir diğer boyutu da Çinli, hatta daha genel anlamda Asyalı oyunculara karşı soyunma odasında ve tribünlerde nasıl bir tavır gelişeceği. Ta 2012 yılında bile Fransız Michael Llodra, Indian Wells’teki ilk tur maçında, rakibi Gulbis’i destekleyen Tayvan asıllı Alex Lee Barlow’a “ bilmem ne yaptığımın Çinlisi” diye küfür etmiş ve 2500 dolar ceza almıştı. Koronavirüs öncesindeki dünyada siyahlara uygulanan ırkçılık çok yer kaplıyordu ve açıkçası, Asyalılara olan ırkçılık buna mukabil olarak hem daha azdı hem de daha az gündeme geliyordu. Artık dengelerin değişeceği ve bunun da bir parça sarı ırkın aleyhine olacağını tahmin etmek güç değil. Çin’in WTA’de başta Qiang Wang olmak üzere çok fazla ve iyi oyuncusu bulunuyor. Onların ve hatta Kei Nishikori, Hyeon Chung gibi isimlerin de özellikle Avrupa’da bazı noktalarda problem yaşaması, çirkin görüntülerin ve yükselen ırkçılığın kortlarda zuhur etmesi maalesef olasılık dâhilinde önümüzdeki yıllarda.
Son olarak, tenisin dünyada uçak seyahatine en fazla bağımlı spor olduğu hususunu vurgulamak gerek. Akıllı telefonlar ve yüksek hızlı internetin nimetleriyle zaferini kutladığımız, tadını çıkardığımız medeniyetimizin aslında ne kadar kırılgan olduğunu anlamamız için sadece bir aylık süre yetti de arttı bile. Ölüm oranı %3 olan bir virüsün meflûç kıldığı gündelik yaşam, alt üst ettiği ticari ve beynelmilel ilişkilerle sosyolojik ve psikolojik travması, tüm katman ve öğelerin sorgulandığı yeni bir düzeni tetikleyecek gibi görünüyor. Amerikalı tenisçi Nicole Gibbs’in, “Bir daha asla biriyle el sıkışacağımı düşünemiyorum” tarzı bir gönderiyi retweet ettiği ortamda, neredeyse her hafta faunası, florası, ekolojisi bambaşka yerlere giden, virüsler için en zengin habitat olan havaalanlarını adeta mesken tutan oyuncuların seçim ve alışkanlıklarında da bundan sonra radikal değişiklikler olması kaçınılmaz.
Görünüşe bakılırsa sorunlarımızın Nick Kyrgios’un zıpırlıkları veya Wimbledon’ın tek kanaldan yayınlanmasından ibaret olduğu o güzel ve steril günlerden şu an için çok uzağız. Muhammed Lahyani’nin yeniden “Maç başlasın” diyeceği o günü hayal ediyoruz. Bir de elbette dünyada çorbayı seven kim varsa ezogelinin nuruyla müşerref olup artık hidayete ermesini.