Usta yönetmen Semih Kaplanoğlu ile Sinema Atölyesi: (2)
Usta yönetmen Semih Kaplanoğlu, senaryo yazarken önceliğinin olay örgüsü ya da olay matematiği olmadığını belirterek, "Öykü de çok önceliğim olmuyor.
Usta yönetmen Semih Kaplanoğlu, senaryo yazarken önceliğinin olay örgüsü ya da olay matematiği olmadığını belirterek, "Öykü de çok önceliğim olmuyor. Benim için önce karakter başlıyor. Sonra onun olması gereken öyküyü yavaş yavaş kurmaya başlıyorum." dedi.
Kaplanoğlu, AA Akademi koordinasyonunda, Anadolu Ajansı (AA) Dış ve Ekonomi Haberleri Yayın Müdürü Barışkan Ünal'ın moderatörlüğünde düzenlenen Sinema Atölyesi'nde, senaryo ve yönetmenlik deneyimlerinden filmlerinde mekan ve oyuncu seçimine, Yeni Türk Sineması'nın ortaya çıkışından günümüz yapımlarına ve yapay zekaya kadar farklı konularda soruları yanıtladı.
Söyleşinin senaryo yazımıyla ilgili bölümünde Kaplanoğlu, senaryo yazımını öğrenmek istediğinde ilk olarak Andrei Tarkovski, Michelangelo Antonioni, Robert Bresson gibi beğendiği yönetmenlerin 20'ye yakın filmini izleyip kamera hareketinden müziğin yerine, sahne sahne senaryoya dönüştürdüğünü anlattı.
Kaplanoğlu, "Bu benim için okulda aldığım eğitimden senaryo anlamında çok daha kalıcı ve etkili bir şey oldu." diye konuştu.
Senaryo hazırlıklarından bahseden Kaplanoğlu, "Olay örgüsü ya da olay matematiği gibi birtakım meseleler benim önceliğim değil. Öykü de çok önceliğim olmuyor. Benim için önce karakter başlıyor. Sonra onun olması gereken öyküyü yavaş yavaş kurmaya başlıyorum." dedi.
Senaryoları yazarken defalarca mekanları gezdiğini, insanlarla görüştüğünü dile getiren Kaplanoğlu, "Filmlerimde ses benim için çok önemli. Bunun için mekan bakmaya gittiğimde ses kayıt cihazım da yanımda, saatlerce ses kaydı yapıyorum." ifadesini kullandı.
Söyleşinin ilgili bölümü şöyle:
???????Barışkan Ünal: Sinema TV mezunusunuz ama malum sadece Sinema TV'den mezun olmak yeterli olmuyor yönetmenlik için. Önceki röportajlarınızda, çocukluğunuzda sinemaya çok fazla tutkunuz olduğunu söylediniz, hatta bir kameranız varmış. Ama ben şunu merak ediyorum: Türkiye'de sinema sektörü malum zor bir sektör. Sizin başladığınız dönemde, hele 1980'lerin ikinci yarısında Türk sineması düşüşe geçmişti. Sizin yazarlığınız da var, şairliğiniz de. Şimdi böyle bir ortamda baktığımızda başka meslekleri de seçebilecekken neden sinemayı seçtiniz? Gerçekten film çekmenin, sinema yapmanın nesi bu kadar ruhunuza dokundu, neyi bu kadar sarmaladı ki böyle zorlu bir yolu seçtiniz?
Semih Kaplanoğlu: Öncelikle kendimi ilk bildiğim andan itibaren aslında sinemayla bir aradaydım. Yani yazlık sinemalar, İzmir'deki kışlık sinemalar, hatta bir dönem amcam bir yazlık sinema işletiyordu. Sinema benim için her zaman izlemek, bakmak ve anlamak için belki de ilkokuldan önce ilk eğitim almaya başladığım bir perdeydi yani. Sonra yazı geldi. Yazmak ve şiir beni çok böyle besleyen damarlardan bir tanesi oldu. Yoğun edebiyat okumaları yaptım, lise dönemi özellikle. İzmir'de birkaç kültür merkezi vardı; Fransız, Alman, İtalyan kültür merkezleri. Neredeyse haftanın her günü okuldan çıkar çıkmaz oralara gidip dillerini hiç anlamadığım halde bütün o filmleri izliyordum. O filmleri izlerken aslında hikayenin ne olduğunu da yazıyordum kafamda. Çünkü hikayeyi çok anlamıyordum açıkçası, yani ne konuştuklarını anlayamıyordum ama o bana belki de bir tür senaryo yazma konusunda bir katkı sağlamış olabilir diye düşünüyorum.
Barışkan Ünal: Yani daha çok sadece izlemek yetmedi, perdenin arka tarafını mı keşfetmek istediniz?
Semih Kaplanoğlu: Evet, çünkü doğduğum evde bir karanlık oda vardı. Fotoğraf basıyordu babam, fotoğraf çekiyordu. Onun yanı sıra böyle 8-9 yaşlarındayken de elime bir tane 8 milimetre (mm) kamera vermişti benim. Bir şeyler çekiyordum. ve her zaman da aslında bilerek ya da bilmeyerek yönetmenliğe ve film yapmaya hazırlanıyormuşum demek ki. Sonra okulu bitirdim eski adıyla Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, yeni adıyla 9 Eylül Üniversitesi. Orayı bitirdikten sonra da İstanbul'a geldim. İstanbul'da hayatımı nasıl kazanacağım üzerine biraz düşündüm. Elimden yazı yazmak geliyordu. Sinema sektörü bayağı bir düşüşteydi. O süreçte metin yazarlığı yaptım, birtakım ajanslarda. Reklam yazarlığı yaptım. Ama onlar benim için geçici işlerdi. Sonra Süha Arın'ın Eski Evler Eski Ustalar belgesel serisi çekiliyordu. Orada bir kamera asistanlığı yani böyle ikinci, üçüncü asistanlık gibi, daha çok fiziksel olarak kamerayı taşıdım. Ama orada da çok şey öğrendim. Özellikle Süha Arın'ın bir konuyu ele alış biçimi, yaklaşımı. Bu şekilde belgeseli nasıl, o bilgileri nasıl birleştirdiği gibi birtakım okulda öğrenmediğim şeyler öğrendim.
Sonra artık film yapma serüvenine nasıl girerim, bu işe nasıl teşebbüs edebilirim diye düşündüm. O dönemde Türkiye'de özel televizyonlar devreye girmeye başlamıştı. Şehnaz Tango'nun hikayesini yazdım. Onu bir yapımcıya götürdüm. Ama 'casting'i hep aklımdaydı. Güner Namlı yapımcı, ruhu şad olsun. Onunla beraber bunu nasıl yapabilirizin yolunu izledik. O zaman ben dedim ki "Ben bunu verebilirim yani size ama bunun yönetmenliğini ben yapmak istiyorum." O da dedi ki "Hiç set görmemişsin, hiç çalışmamışsın, belgesel setine girip çıkmışsın, onun dışında nasıl yapacaksın ki" dedi. Ben de "O zaman vermiyorum senaryoları" dedim. İkna oldu bir süre sonra ve biz onunla beraber bu diziyi ben 52 bölüm yaklaşık 13-14 bölümünü senaryo olarak yazıp diğer kalan kısmını da hikayeye katkıda bulunarak çektim. Sonra kısa bir dönem birazcık ekonomik şartlar gereği reklam filmi çektim. Ondan sonra da ilk uzun metrajı hazırlamaya başladım.
"Bir iki sene film izleyip onlardan senaryolar çıkardım"
Barışkan Ünal: Siz filmlerinizin senaryosunu kendiniz yazıyorsunuz. Senaryo yazmak isteyenlere örnek olması için sizin senaryo yazma süreciniz nasıl? Senaryo fikirleriniz nasıl doğuyor? Mesela doğrudan size birden ilham gelince mi yazdınız? Yoksa bazı taktikler, yöntemler mi uyguladınız kendinizi geliştirmek için?
Semih Kaplanoğlu: Bizim üniversitede öğrenci olduğumuz dönem Türkçede basılmış çok az senaryo vardı. Yani neredeyse yoktu. Okuldaki derslerimizde de senaryo dersleri vardı ama hiçbir zaman onlar tam böyle iyi bir senaryoya sebep olacak altyapıyı sağlayacak şeylerle dolu değildi. Ben bu senaryoyu yazma, yani onun konstrüksiyonunu kurma konusunda hep bir şey yapmam gerektiğini, yani bir şekilde öğrenmem gerektiğini anlıyordum. O eksikliği hissediyordum. VHS ve Betacam videolarının ilk çıktığı dönemde birçok film geldi. Benim sevdiğim yönetmenlerin filmleri de vardı bunların içerisinde. Ben oturduğum, hiç üşenmeden çok etkilendiğim, beğendiğim filmleri seyrederek onların senaryolarını çıkarmaya başladım.
Barışkan Ünal: Tek tek, sahne sahne?
Semih Kaplanoğlu: Evet tek tek sahne sahne diyaloglarını, hangi planda kesildiğini, hangi planda başladığını, hikayeyi nasıl kurduğunu… Hatta senaryo yazdıktan sonra bunun tretmanı, sinopsisi ne olabilir, logline ne olabilir... Oturup böyle bir iki sene film izleyip onların senaryolarını çıkardım.
Barışkan Ünal: Bu şekilde kaç senaryo çıkardınız?
Semih Kaplanoğlu: 20'ye yakındır. (Andrei) Tarkovski, (Michelangelo) Antonioni, (Robert) Bresson gibi beğendiğim, hoşuma giden, ilgimi çeken yönetmenlerin filmlerinden senaryolar yazdım. Birebir onları senaryoya dönüştürdüm, kamera hareketi, müzik nerede başlıyor, şurada nasıl bir ses kullanmış vs. Bu benim için okulda aldığım eğitimden senaryo anlamında çok daha kalıcı ve etkili bir şey oldu.
Barışkan Ünal: Usta yönetmenlerin yanında olmasanız da yanında çalışmış gibi olmuşsunuz.
Semih Kaplanoğlu: Onların zihin haritalarında biraz gezdim aslında. Yani bir filmi nasıl inşa etmişler, o sahne neye hizmet ediyor, o karakter ne zaman giriyor, o karakter nasıl gelişiyor, nasıl dönüşüyor, değişimin başladığı yer neresi gibi şeyleri çok oradan öğrendim aslında.
"O film beni çok sarstı ve kendime getirdi"
Barışkan Ünal: En çok etkileyen senaryo hangisi oldu? Var mı aklınızda şu anda?
Semih Kaplanoğlu: Valla ben aslında şöyle söyleyeyim. 1987 senesinde bir dönüm noktası oldu benim için. "Ayna" filmi Tarkovski'nin. Aynayı izledikten sonra ben kendi yolumu bulduğumu düşündüm. Çünkü o ana kadar izlediğim filmlerden etkileniyordum ama tam benim ruhuma ve düşüncelerime, hislerime en yakın film o oldu. ve ben o gün hala hiç unutmuyorum, sarsıldım yani. O film beni çok sarstı ve kendime getirdi aslında. Ne yapmam gerektiğini, nasıl anlatmam gerektiğini, motomot değil tabii ama buradan bu sese nasıl karşılık verebileceğimi düşünmeye başladım. Çok şiirsel bir filmdir ve onun senaryosu da çok ilginçti. Çünkü onda belgesel görüntüler de vardır, zaman zaman zamanın ruhuna dair bellek, hatırlama… Filmin ana kahramanını görmeyiz, hiçbir zaman yüzünü görmeyiz, müthiş monologlar vardır, çocukluk gençlik, ihtiyarlık annesi gibi çok kuvvetli bir film. O filmi gördükten sonra açıkçası dünya değişti benim için.
Barışkan Ünal: Üzerinizde bayağı bir etkisi olmuş Tarkovski'nin diye düşünüyorum. Filmlerinizi izlerken arada bir Tarkovski sahnesi geçti gibi ya da onun bir imzası geçti gibi bazen bir his oluşuyor bende. Selam gönderiyorsunuz gibi hissediyorum.
Semih Kaplanoğlu: Gönderiyorum. Özellikle "Buğday"da çok onu selamlamak istedim. Çünkü bana emek verdiğini düşünüyorum, uzaktan da olsa. ve bunu söylemekte hiç ya da o selamı göndermekte hiçbir zaman cimri olmadım.
"Az konuşarak bunu ben nasıl anlatırım derdindeyim"
Barışkan Ünal: Peki senaryo üzerinde çalışırken çalışma sürecinizi şöyle gözümüzde hayal etmeye çalışsak, o süreç nasıl ilerliyor? Mesela tıkandığınızda ilham için başvurduğunuz kaynaklarınız var mı? Başka filmler, yönetmenler, romanlar ya da kendini doğaya atmak gibi.
Semih Kaplanoğlu: İsterseniz Yusuf üçlemesi üzerinden biraz onun nasıl oluştuğunu söyleyeyim. Önce ilk oturduğumda "Süt"ü yazmaya başlamıştım. Genç işte bir liseli, liseyi bitirmiş, askere mi gitsin üniversiteye mi gitsin, kafası karışık bir genç adamın hikayesini yazmaya oturdum. Galiba şöyle oluyor: İnsan işte 30'ların ortası, 40'lara doğru giderken kendiyle hesaplaşması daha biraz sert oluyor. Süt de mesela biraz o hesaplaşmanın, işte, bir çocuğun annesiyle ilişkisi, var olmaya çalışıyor, şiir yazıyor. Bu çocuğun üstüne düşmeye başladım, Yusuf'un üzerine. Biraz yazdıktan sonra dedim ki "Bu çocuk şimdi ne yapıyordur acaba?" O zaman "Yumurta" fikri oluşmaya başladı. Bunun çocukluğu da var herhalde dedim. O zaman da "Bal"ı düşünmeye başladım. Oturdum ben bunların üçünü birden yazdım.
Barışkan Ünal: Peki ama filmleri yapma süreciniz tam tersine işledi.
Semih Kaplanoğlu: Evet. Çünkü yazarken aslında şunu fark ettim ki bir insanın şimdiki anını oluşturan geçmiş anları var. O anlarla eğer irtibat kuramazsak, şimdiyi nasıl anlarız, anlayamayız. O zaman bir tür psikanalizin de kullandığı, yani geriye dönük gidiş nasıl olabilir, diye düşündüm. O yüzden Yumurta'yla başlayıp geriye akma kaynağına, nehrin kaynağına doğru bir yolculuk yapmanın daha bu filmlerin ruhuna uygun olacağını düşündüm. Önce Yumurta'yı çektim. Süt'ü çekerken bıraktım yani Süt'ü, Yumurta'ya geçtim. Yumurta'dan sonra işte Süt ve sonra Bal'ı çektim en son. Şöyle yani mesela bu filmlerin senaryoları 40 sayfa falandır. 40-45 sayfa, daha fazla değil.
Barışkan Ünal: Çok detaylı yazmıyorsunuz o zaman.
Semih Kaplanoğlu: Zaten diyaloğumuz az, bu filmlerde bayağı az diyalog var. Belki de benim diyalog yazma konusunda, mesela en zorlandığım şey diyalog yazmak. O yüzden mesela konuşmadan, az konuşarak bunu ben nasıl anlatırım derdindeyim.
Barışkan Ünal: Ama sinemanın ruhu bu biraz da.
Semih Kaplanoğlu: O da etkiliyor ama sonra düşününce bu gençken izlediğim dilini bilmediğim filmler var ya onlar bana suskunluğun anlamı, suskunluğun içindeki dili belki okumama sebep oldu.
"Senaryoları yazarken defalarca o mekanlara gittim"
Semih Kaplanoğlu: Her zaman tefekkür ettim ben. Mesela saatlerce ormanda oturup bakabilirim, deniz kenarında bakabilirim, şehrin ortasında oturup insanları seyredebilirim. Hikayeleri, bir şekilde hayatın içindeki insan hikayelerini ya da hayvanları, bitkileri gözlemlemeyi seven birisiyim. Bu senaryoları yazarken de defalarca o mekanlara gittim. Yani senaryoyu yazıp mekanlara gitmedim. Mekanlara gittim, oradaki insanlara baktım, gençlerle konuştum.
Mesela Süt'ü çekmeden önce Ege bölgesinde 3-4 ildeki kasabalardaki liselere gittim. Liseli gençlerle konuştum, ne yapmak istediklerini… Saatlerce kayıt yaptım onlarla konuşarak, onları anlamaya çalıştım. Mekanlara gittim, ışığı inceledim, hangi mevsimde bunu çeksem daha doğru olacak onu anlamaya çalıştım. Bütün bunlar aslında senaryoya katkı sağlayan şeyler.
"Filmlerimde ses benim için çok önemli"
Semih Kaplanoğlu: Senaryo evde oturup yazıp, "bir senaryo yazdım, şöyle formüller var, şöyle yaparsan böyle", benim için öyle değil. Organik bir şey ve senaryo hiçbir zaman bitmiyor aslında. Nasıl bitmiyor? Şöyle filmi çektikten sonra da kurgu süreci var. Kurgu süreci de aslında yeni bir senaryo yazma. Çünkü siz planları bağlarken aslında orada yeni anlamlar üretmeye başlıyorsunuz. Onların birbirleriyle ilişkileri vs. Bazen mesela önde olması gereken bir sahneyi sona koyabiliyorum vs. O böyle bir yeniden yazma şekli.
Ses mesela benim için çok önemli. Sinemada, filmlerimde ses benim için çok önemli. Ses tasarımı özellikle. Bunun için mesela mekan bakmaya gittiğimde ses kayıt cihazım da yanımda ve saatlerce ses kaydı yapıyorum. Dinliyorum kuşları, suların sesini. Bütün her şey aslında bir şey söylüyor. O söyleneni işitmek için onlarla hemhal olmak lazım ki o zaman bir yaprak ya da bir nehir ya da bir yağmur da bir sinematografik imgeye dönüşsün. Onu dönüştürecek şey onunla kurduğunuz ilişkideki samimiyete ve anlamaya yönelik bir şey olması lazım. Buna gereken vakti harcıyorum ben yani bu olması gereken şey. Senaryo için gerçekten gerekiyor.
Barışkan Ünal: Senaryo yazımını bir nevi film çekme ile paralel şekilde yürütmüş oluyorsunuz aslında.
Semih Kaplanoğlu: Biraz öyle sayılır.
"Ben bazen karakterle başlıyorum yazmaya"
Barışkan Ünal: Senaryo yazımında özellikle gençlere örnek olması açısından, bir senaristin önem vermesi gereken üç ilke sizce nedir?
Semih Kaplanoğlu: Şimdi bir kere yazı, yani mesela Yusuf'ta tek bir ana karakter var. Yani tek bir karakterin üstünden açılıyor. Bu işi hem kolaylaştıran bir şey hem de zorlaştıran bir şey. Çünkü o karakterin aktarımında, hele ki diyaloglar da azsa, nasıl bir atmosfer ve durumun içinde olmalı ki biz bunu daha net aksettirebilelim. Karakter mesela, ben bazen karakterle başlıyorum yazmaya. Yani karakteri kurarak başlıyorum. O karakterin iç dünyası, çatışması, çelişkileri, ilişkileri… O karakteri biraz oluşturduktan sonra onun mekanı neresi, kurduğu ilişkilerde karşı taraftaki insanlar onun için ne ifade ediyor… Sorular, sorular, sorular, bitmez tükenmez ve o soruların etrafında düşünmeye başlıyorum. Yani olay örgüsü, olaylar ya da işte olay matematiği gibi birtakım meseleler benim önceliğim değil. Öykü de çok önceliğim olmuyor. Yani karakter benim için başlıyor. Sonra onun olması gereken öyküyü yavaş yavaş kurmaya başlıyorum aslında.
Bazen kavramlar yol gösterebilir. Bağlılık hikayeleri (Bağlılık Aslı ve Bağlılık Hasan) bağlılık kavramı üzerinden geldi. İnsanların bağlılıkları üzerine düşünüyordum uzun zamandır. Bebek anne ilişkisi, Hasan'ın kendisi, ailesiyle ve doğayla ilişkisi. Buğday ayrı bir hikaye. Buğdayın hikayesi bir tür geleceği düşünmekle, insanın geleceğine yolculukla ilgili ve insan olmanın doğayla ve tahrip ettiği şeyle bağlı aslında. Onda başka birtakım mitolojik ögeler de var, kutsal kitaptan alınan kıssaların sinematografik karşılıklarını arama var.
"Ana karakterden sonra yavaş yavaş hikayeye giriyorum"
Seyirci sorusu: Dediniz ki ben önce karaktere yoğunlaşıyorum. Karakteri oturttuktan sonra olaylar ya da tema sonradan gelişiyor kafamda. Tamamen ana karakterinizi oluşturduktan sonra mı yan karakterleri oluşturuyorsunuz?
Semih Kaplanoğlu: Ana karakterden sonra yavaş yavaş hikayeye giriyorum. Ama bu her filmde aynı şekilde işlemiyor. Bazen de o öyküyü yazıyorum sonra o karaktere derinleşmeye başlıyorum. Yani bir metodu yok aslında. Ama o öykünün içine girmeye başlayan karakterler ana karakterin öykü içinde kurduğu ilişkileri ve kendi durumunu belirleyecek, açığa çıkaracak şeyler olmalı. Mesela Süt'te bir madenci arkadaşı var, o madenci arkadaşının yanına gidiyor, ona şiir dergisini götürüyor, o madenci şair karakteri, bizim karakterimizin kendi yaptığı şeyi bir başkasıyla paylaşmıyor. Hiç kimsesi yok aslında, o kadar yalnız ki. Onun da kaderi tekrar madende sonuçlanıyor. Mesela bir öğretmeni var, öğretmenine kendini anlatmak istiyor ama adam bambaşka bir dünyada, o iletişimi kuramıyor. Annesiyle kuramadığı bir iletişim. Onların iletişimsizliğini nasıl anlatırım; konuşmaya çalışması, anlatmaya çalışması, karşılık bulamaması, o türlü ilişkiler kuruluyor.
(Sürecek)