Türkiye-AB Zirvesi: Reelpolitik geri mi dönüyor?
Salı günü Ankara'da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen arasında gerçekleştirilen zirve Türkiye-AB ilişkileri açısından oldukça önemli bir gelişmeydi.
Salı günü Ankara'da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen arasında gerçekleştirilen zirve Türkiye-AB ilişkileri açısından oldukça önemli bir gelişmeydi. Zirve öncesinde gelen mesajlar gerek Türkiye gerekse AB liderlerinin her iki tarafın çıkarlarına odaklanacak "rasyonel" bir ilişki arayışı içerisinde olduklarına işaret ediyordu. Ama Avrupa'da bazı ülkelerde Türkiye-AB ilişkilerinin rasyonel bir düzlemde seyretmesini arzu etmeyen ve AB'nin kurumsal yapısını kendi Türkiye ajandaları için suistimal etmeye kararlı çevrelerin olduğunu düşündüğümüzde Ankara ile Brüksel arasında sağlıklı bir ilişki yürütülmesinin zorluğunu da hatırlamak gerekir. Bu çevrelerin uğraşları sonucu Türkiye-AB ilişkilerinin son yıllarda ciddi krizler yaşadığını, 2020 yılında iki taraf arasındaki ilişkilerde işbirliğinden ziyade yaptırımların konuşulduğunu unutmayalım.
Aralık'taki AB Liderler Zirvesinin ardından iki hafta önce gerçekleştirilen AB zirvesinde de Brüksel'in Türkiye konusunda daha rasyonel bir çizgi arzu ettiği ortaya çıkmıştı. Bu zirvelerde alınan kararlar doğrultusunda Türkiye'yi ziyaret eden AB Konseyi ve AB Komisyonu başkanları bölgesel sorunların çözümünde işbirliği yapmak istedikleri Türkiye ile AB arasındaki sorunları çözmeyi hedefliyorlar. Bu yazıda, Türkiye ile AB arasında rasyonel bir ilişkinin nasıl dizayn edileceği, böyle bir ilişki kurulmasının her iki taraf açısından da neden zorunlu olduğu ve bu rasyonel ilişkiye yönelik tehditlerin hangi çevrelerden geldiği ele alınacaktır.
"Havuç ve sopa" değil, egemenliğe saygı çerçevesinde işbirliği
AB'yi kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp Türkiye-AB ilişkilerinin rasyonel çizgide ilerlemesine engel olan çevreler, 25-26 Mart tarihlerinde gerçekleşen AB zirvesinde Türkiye'ye yönelik kararları "havuç ve sopa" politikasının göstergesi olarak nitelendirmişlerdi. Bu tanımlamayla AB'nin Türkiye siyasetini istediği şekilde yönlendirmek için yeri geldiğinde Ankara'yı cezalandıracağını yeri geldiğinde ise ödüllendireceğini, bunun için de özellikle ekonomik araçları kullanacağını ima ediyorlardı. Aslında tam da Türkiye'nin karşı çıktığı ve Avrupa ülkelerindeki Türkiye karşıtlarının anlamadığı mesele de bu. Türkiye'nin AB ile yoğun ilişkileri belki Brüksel'in istediği zaman Ankara üzerine ekonomik baskı kurması için uygun bir zemin oluşturuyor ve Avrupa'daki "baskı yoluyla Türkiye'ye istedikleri her şeyi yaptırabileceklerini" düşünen kesimlerin cüretkarlıklarını artırıyor olabilir ama bu çevreler Türkiye-AB ilişkisinin tek taraflı değil karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi olduğunu çoğu zaman unutuyorlar. AB ile sağlıklı bir ilişki kurulması Türkiye için ne kadar önemliyse Türkiye ile rasyonel ve yapıcı bir ilişki kurulması da AB için o kadar önemlidir. Ankara'nın AB ile ilişkilerini şekillendirirken ne kadar hassas davranması gerekiyorsa Brüksel'in de Türkiye ile ilişkilerini düzenlerken aynı derecede hassas ve dikkatli hareket etmesi gerekiyor. Uluslararası siyasal sistemde yaşanan kırılmalar ve yeni şekillenen güç yapıları her iki taraf açısından da bunu gerekli kılıyor.
Artık dünya Batı'nın ekonomik ve askeri alanda tartışmasız üstünlüğünün olduğu bir dünya değil; 21. yüzyılın bir "Asya Yüzyılı" olacağına dair çok kuvvetli emareler var. En azından Batı'nın istediği gibi dünya politikasına şekil verdiği dönemler geride kaldı ve artık Batılı aktörlerin bu gerçeğin bilincinde hareket etmeleri gerekiyor. Aslında Ursula von der Leyen ve Charles Michel'in Ankara'ya gelmeleri de Avrupa ülkelerinin bu gerçeğin farkında olduklarının açık göstergesi. Yaşanan bütün sorunlara rağmen Türkiye'yi önemsedikleri için, Avrupa'da büyük karalama kampanyalarının hedefi olup "diktatör" diye lanse edilmeye çalışılan Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeye geldiler. Demokratik bir ülkenin demokratik yollarla seçilen cumhurbaşkanına karşı yürütülen sistematik karalama politikasına sessiz kalmaları ne kadar yanlışsa Ortadoğu ve Doğu Akdeniz'in en önemli ülkesi Türkiye ile yapıcı bir işbirliği arayışı çerçevesinde Ankara'yı ziyaret etmeleri o kadar doğru bir adım. O karalama kampanyalarını yürüten ve Türkiye-AB ilişkilerini kendi çıkarlarına kurban etmekten çekinmeyen çevreler hoşlanmasalar da Türkiye ile AB'nin bölge sorunlarının çözümü ve ikili ilişkilerin rasyonel bir zeminde geliştirilmesi için bu şekilde en üst düzeyde temaslar gerçekleştirmeleri en doğru yoldur. Bundan rahatsız olanlar "havuç ve sopa" metaforuyla ya da Ursula von der Leyen'in kanepede oturmasına takılarak suyu bulandırmaya çalışsalar da 6 Nisan'da gerçekleştirilen Türkiye-AB zirvesi doğru ve gerekli bir adım oldu.
Bölgesel sorunlar işbirliğini zorunlu kılıyor
Özellikle Suriye ve Libya sorunları ve bunlarla yakından ilgili mülteci sorunu Türkiye ile AB arasında işbirliğini zorunlu kılıyor. Bunların yanında Doğu Akdeniz'de Türkiye ile Yunanistan ve GKRY arasındaki sorunların da diyalog yoluyla çözülmesi hem AB hem de Türkiye açısından en rasyonel yola işaret ediyor. Brüksel'in ve AB'ye üye ülkelerin bazılarının yakın zamana kadar Türkiye'nin içişlerine doğrudan müdahale anlamına gelen politikaları bu sorunların çözümü konusunda ortak adımların atılması önünde engel oluşturuyordu. Salı günü gerçekleştirilen zirvede ise AB liderlerinin Türkiye'nin iç meselelerinden çok Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve mülteci sorunlarının çözümüne odaklandıkları görülüyor. Bu meselelerin çözümünde ve ikili ilişkilerdeki anlaşmazlık konularında Türkiye ile -Von der Leyen'in ifadesiyle "açık ve dürüst bir ortaklık" arayışı içinde olan- AB'nin bundan sonraki süreçte bütün bu konularda ne kadar "açık ve dürüst" davranacağı Türkiye-AB ilişkilerinin ve bölge sorunlarının seyri açısından belirleyici olacaktır.
Suriye sorununun ve onunla doğrudan ilgili mülteci sorununun çözümü konusunda "açık ve dürüst" tavır, AB'nin hem mülteci yükünün paylaşılması konusunda elini daha fazla taşın altına sokması hem de Suriye'den yeni mülteci dalgalarının gelmemesi için Türkiye'nin siyasi ve askeri çabalarına destek vermesini gerekli kılıyor. AB'nin bütün insan hakları söylemlerine ve imzaladığı mültecilerin korunması konusundaki sözleşmelere rağmen Türkiye'nin barındırdığı Suriyeli mülteci sayısının onda birine bile ev sahipliği yapmaktan kaçınması elini taşın altına koymadığının açık göstergesi. Türkiye'ye göre çok daha geniş ekonomik kapasitesi olmasına rağmen Suriyeli mülteciler konusunda çok az katkıda bulunan AB, Ankara'nın mültecilerin ülkelerine geri dönmesi ve yeni mülteci dalgalarının önlenmesine dair önerilerine destek verme konusunda da çok yetersiz bir tavır içerisinde oldu. Rusya ve İran desteğindeki Esed yönetiminin İdlib'de yeni göçmen akınına yol açacak şekilde yaptığı saldırılara karşı Ankara'ya ihtiyaç duyduğu desteği vermeyip Türkiye'yi Rusya-İran-Esed ittifakı karşısında yalnız bırakan Avrupa ülkeleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın mültecilerin geri dönüşü için önerdiği güvenli bölge fikrine de destek vermedi. Avrupa bu şekilde Suriyeli mülteciler konusunda kendi sorumluluğunu üstlenmekten kaçarken, AB ülkelerindeki bazı çevrelerin "AB, mülteciler konusunda Erdoğan'ın baskılarına boyun eğmemeli" türünden vizyonsuz ve ahlaksız söylemleri Brüksel'i bu meselede doğru adımları atmaktan alıkoyan faktörlerin başında geliyor.
Libya sorununun çözümü konusunda "açık ve dürüst" tavır ise, Brüksel'in bazı AB üyelerini, darbeci General Hafter'e yönelik desteklerini kesip uluslararası camianın meşru gördüğü Trablus'taki Ulusal Mutabakat Hükümeti'ne destek verme konusunda ikna etmeye çalışması olur. Demokrasi teşvikinden bahsederken, başka ülkeleri demokrasi konusunda eleştirirken AB'nin Mısır ve Libya'da demokrasi karşıtlarıyla işbirliği yapar bir görüntü içerisinde olması "dürüst" tavırla bağdaşmayan bir durum olsa gerek. AB açısından bakıldığında, Libya'da belirleyici iki aktör konumuna yükselen Rusya ve Türkiye arasında tercihin Türkiye ile işbirliğinden yana yapılmasının rasyonel tavır olduğu açık. Avrupa ülkelerindeki, Rusya'nın güneyden de AB'yi kuşatmasından rahatsız olan güvenlik bürokratları ve konuyla ilgili siyasetçiler de Moskova'nın Libya'daki nüfuzunun tehlikelerine işaret etmekteler.
Doğu Akdeniz sorunları konusundaki "açık ve dürüst" tavır konusuna gelince; kuşkusuz AB'nin üyeleriyle dayanışma gösterme sorumluluğu var ama bu sorumluluğun Brüksel'i hakkaniyete aykırı ve Türkiye'yi Avrupa'dan uzaklaştırıcı bir politikaya sürüklememesi gerekir. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin (GKRY) Doğu Akdeniz'de en uzun kıyısı olan Türkiye'yi Antalya körfez'ne hapsetme girişimine ve Fransa'nın Libya'daki hesabı deniz yetki alanları meselesine taşıyıp AB yoluyla Türkiye'yi sıkıştırma çabasına Brüksel'in "açık ve dürüst" olarak vermesi gereken cevap, bu girişimlere karşı çıkmak olmalı. Bu ülkelerin AB'nin kurumsal kimliğini ve gücünü kendi haksız hesapları için suistimal etme çabalarına destek vermek hakkaniyet açısından doğru olmayacağı gibi resmen AB ile müzakere sürecinde bulunan Türkiye'ye verilecek çok yanlış bir mesaj olacaktır.
Bölgesel sorunların çözümünde ortaklık ikili ilişkilerin önünü açar
AB'nin başta Suriye ve Libya olmak üzere Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Balkanlar'daki sorunların çözümünde Türkiye ile işbirliği yapması ve bu işbirliğinin söz konusu sorunların çözümünde başarılı olması hem Ankara ile Brüksel arasındaki sorunların çözümüne katkıda bulunacak hem de Türkiye'yi Avrupa'ya yakınlaştıracaktır. Aksi durumda, küresel güç mücadelesi şiddetlenirken AB'nin, çok uzun zamandır Avrupa kurumlarıyla entegrasyon arayışında olan Türkiye'yi kaybetmesi önemli bir başarısızlık olacaktır.
Uluslararası ilişkilerin doğası gereği, AB'nin Türkiye ile ilişkilerinde kendi çıkarları doğrultusunda bazı baskı araçlarını devreye sokması ve Ankara'yı belirli politikalara yönlendirmeye çalışması belki doğaldır, ancak Brüksel'in bu baskı araçlarını dengeli kullanması, Türkiye gibi önemli bir ortağı kaybetmeme konusunda dikkatli davranması gerekir. Türkiye'nin egemenliğine saygı gösterilmemesi, yönetiminin sürekli sorgulanması, Doğu Akdeniz'deki haklarının gasp edilmesine yönelik girişimlere destek verilmesi, Suriye'de Rusya'dan gelen tehditlere karşı NATO ittifakının gerektirdiği dayanışmadan uzak bir tutum içerisinde olunması ve PKK/YPG ve FETÖ gibi terör örgütlerine karşı mücadelede Türkiye'nin yalnız bırakılması AB-Türkiye ilişkilerinin geleceği açısından rasyonel tavırlar değil.
Avrupa'daki Türkiye karşıtı lobiler ile onların siyaset, medya ve bürokrasideki uzantılarının kendi ajandalarını AB'ye dayatmalarına karşı çok dikkatli olunması Türkiye-AB ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde ilerlemesi konusunda diğer bir önemli faktördür.
[Prof. Dr. Kemal İnat Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]