Türk Hakemi: Krizin Bir Parçası
Spor yazarı Tanıl Bora, Türk hakemliğini analiz etti.
Fenerbahçe- Karabük maçında verilmeyen penaltılar, Beşiktaş oyuncularına çok kolay çıktığı düşünülen kartlar tartışılıyor bu hafta. Geçen hafta, Beşiktaş- Fenerbahçe derbisinde yine kart standartları tartışılmıştı. Üç hafta önce, iki yıldız hakemin, Bülent Yıldırım'ın ve Fırat Aydınus'un FIFA'nın atletik testlerini geçememeleri .
Hakem kararı tartışmaktan alınan ergence zevk, Türkiye'de futbol kültürünün büyük marazlarından biri. "Bugüne kadar hakemler hakkında hiç konuşmadım, ama bugünkü müsabakanın hakemi…" diye başlayan maç sonu demeçlerini, artık güldürmeyen fıkralar gibi kanıksadık.
"Süratle irtifa kaybeden memleket futbolunun en büyük sorunu, hele kaynağı, kesinlikle hakemler değil. Fakat onların da sorunun bir parçası olduğunu göz ardı edemeyiz. "
Süratle irtifa kaybeden memleket futbolunun en büyük sorunu, hele kaynağı, kesinlikle hakemler değil. Fakat onların da sorunun bir parçası olduğunu göz ardı edemeyiz. Türkiye'de futbol hakemliği stilinin karakteristik zaaflarını, futbol kültürümüzün temel bazı sorunlarının bir görünümü, bir yansıması olarak da görebileceğimizi düşünüyorum.
Hakemlik stili, dedim. Milli hususiyetlerle değil futbol kültürleriyle belirlenen hakemlik üslüplarından söz edebiliriz. Elbette öznel bir bakışla, biraz da mizah dozuyla, genelleme yaparak. "İngiliz hakem", bana en "futbolsever" hakem olarak görünür mesela, maçın heyecanlı izleyicisi gibidir, oyun aksın ister. "Alman hakem", kuralcıdır, fazla kitabidir. "İskandinav hakem" de öyle. "İtalyan hakem", kıranta görünümlü bir bıçkındır; çapkın edası aldatmasın, her türlü fetbazlığı bekleyebilirsiniz ondan. "İspanyol hakem", kendini adli makam olarak önemser, cezai uygulamalara bir hararet katar. "Latin Amerikalı hakem" de öyle. "Türk hakem" nasıldır peki?
İlk söylenmesi gereken, en çaresiz mesele: Çifte standartlıdır! "Büyükleri" kollar. Üç İstanbullu'nun "Anadolu takımlarıyla" özellikle İstanbul'da oynadıkları her maçta, bunun çok kalın ve çok ince örneklerini görebilirsiniz. (Karabük maçında verilmeyen Fenerbahçe penaltıları, kaideyi doğrulayan istisna.) Çaresiz bir mesele diyorum, çünkü "en güçlü" kulüp başkanının hakem odası basmayı hak gördüğü ve bunubir rejimde yaşıyoruz. Federasyonun özerkliğinin, hem "büyük" kulüpler hem de hükümet tarafından içinin boşaltıldığı bir rejim.
Böyle bir rejimde hakem ne kadar özerk olabilir? Kuşku yok, dünyanın bütün liglerinde hakemler "kuvvetli" kulüplerin tesiri altında kalır, onların aleyhine düdükleri daha zor çalarlar. Lakin Türkiye'de bu himayenin dozu galiba daha yüksek. Bunu geçelim, daha masum ve sıradan meselelere gelelim.
Avantaj mı? Ne avantajı!
"Türk hakem", avantaj uygulamasını, kurallar paketine fazladan konmuş lüzumsuz bir parça gibi görmeye eğilimlidir. Dikkat edin, uluslararası maçlarda "gururumuz" Cüneyt Çakır'ın en fazla tribün homurtusuyla karşılaştığı anlar, avantaj uygulamayıp oyunu kestiği anlar oluyor. Üstelik oralarda kendini tutmasına, avantaj uygulamaya çalışmasına rağmen… Kritik hücum aksiyonlarından geçtim; birinci bölge denilen alanda veya orta sahadaki zararsız pozisyonlarda bile, Türkiye liglerinde avantaj uygulandığı nadirdir. Faul varsa, mutlaka çalınmalı ve oyun durmalıdır, yazılı olmayan kurala göre. Fantezi bu ya, bir sponsor firma çıkıp da televizyon için "haftanın en başarılı avantaj uygulamaları" seçkisi yapmaya kalksa, üç örneği zor bulurlar. (Son kez tekrarlayayım, genelleme yapıyorum, saygıdeğer istisnalar elbette, çok şükür var.)
"Türk futbol stili (...) faul atışlarıyla kurulan set oyunlarına dayanıyor. Fauller kazanarak takımcak aşama aşama rakip kaleye doğru ilerlenen bir oyun düzeni. "Türk hakemi", bu oyun kurgusunun değirmenine su taşıyor."
İşte bu, yerleşik futbol anlayışıyla, "futbol felsefemizle" Türk hakemliğinin simbiyoza girdiği bir an, bir ittifak noktası. Çünkü takımlarımız da avantajdan çok faulü istiyorlar genellikle. Zira Türk futbol stili, –Fatih Terim'in üzerine oynadığı, sonra Ersun Yanal'ın ilmileştirdiği- kaos sistemiyle beraber, faul atışlarıyla kurulan set oyunlarına dayanıyor. Ragbiye, Amerikan futboluna benzeyen bir oyun mekaniği görebiliriz burada. Fauller kazanarak takımcak aşama aşama rakip kaleye doğru ilerlenen bir oyun düzeni. "Türk hakemi", bu oyun kurgusunun değirmenine su taşıyor.
Serbest vuruşların kullanımındaki zaman sarfiyatı da aynı "felsefenin" bir ürünü. Yine karşısına baraj inşa edilen tehlikeli frikikleri değil, birinci-ikinci bölgeden kullanılan lalettayin serbest vuruşları kastediyorum. Birkaç kere kronometre tutarak ölçmüştüm, böyle lalettayin bir serbest vuruşun kullanılma süresi Süper Lig'de, İngiltere Premier Ligi'nin ortalama iki katıdır. Topa yer beğenilir, takımlar santra yapılmış gibi yeni baştan pozisyon alır, atışı kullanacak oyuncu coğrafi gözlemlerde bulunur, neden sonra oyun tekrar başlar.
"Türk hakemi", bu sürüncemenin çok defa tanığı ama bazen de suç ortağıdır. Faul atışını bir "olay yeri inceleme" tetkikatına çevirdiği, sıradan bir serbest atışın bir santra teşrifatı havasına bürünmesine katkıda bulunduğu oranda, suç ortağı olduğunu gözleriz.
"Türk hakeminin", hayli mekanik bir sarı kart otomatiği vardır. Sarı kart, pek kolay çıkar. Bu sezon Süper Lig'de maç başına sarı kart ortalaması 5.2, kırmızı 0.12 dolaylarında seyrediyor. Bu oranlar İspanya'da 5.0-0.16, İtalya'da 4.5-0.2, İngiltere'de 3.9-0.17, Almanya'da 3.6-0.14, Fransa'da 3.1-0.16. Abartılı bir fark olmamakla beraber, özellikle İngiltere-Almanya-Fransa'ya kıyasla bir sarı kart "yatkınlığından" söz edebiliriz. (Buna karşılık kırmızı kartın bütün belli başlı Avrupa liglerinden daha ihtiyatlı kullanılıyor olması da dikkate değer.)
Daha önemlisi, sarı kart takdirinde esneklikten uzaklıktır. Uğur Meleke, pazar günkü derbi vesilesiyle, her tutmaya otomatik sarı kart yapıştırılmaması gerektiğini güzelcebu Murtaza kuralcılığını sorgulamıştı. Hiç şüphe yok, rakibe sarı kart çıkarttırmayı golden sonra en büyük kazanım olarak yorumlayan, her fırsatta hemen oracıkta bir "e, sarı kart yok mu!" mitingi düzenleyen futbolcu ve teknik adam profilinin de payı var bunda. Dedim ya, "Türk hakemi" ile "futbol felsefemiz" arasında bir simbiyozdan söz ediyorum.
Memleket futbolunun içinde bulunduğu gerilemeyle ilgili bir reform tasarlanacaksa, hakemlik de bir başlık olmalı herhalde. Naçizane, "oyunu akıtmaya bakan hakem" anlayışının geliştirilmesinin ve sistematik olarak desteklenmesinin önemine inanıyorum. 90 dakikalık zaman servetini tüyü bitmemiş yetim hakkı gibi gözeten, oyunu hızlandırmaya katkıda bulunan hakem…
Futbolun bütün aktörlerini "hakemle oynamaktan" men etmenin en iyi yolu, hakemin olabildiğince görünmezleşmesi değil mi? Hakem, kendini görünmezleştiren bir oyun kültürüne katkıda bulunmalı. Sonra belki ilerde, " 'büyüklerin' tesirinde kalmayan hakem" aşamasına da geçeriz.
Tanıl Bora, Ankara Üniversitesi SBF mezunu. İletişim Yayınları'nda editör, Birikim Dergisi Yayın Koordinatörü. Radikal'de haftalık futbol yazıları yazıyor. Siyasal ideolojilerle ilgili yayınları dışında, futbola dair kitapları arasında Karhanede Romantizm (İletişim, 2006) ve Çizgi Açığı (Turgut Yüksel'le beraber, İletişim, 2013) bulunmaktadır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.