Gazeteciler Günün Kutlu Olsun Haberin 'ÖNCÜ' Sesi
Sinema Televizyon Dergisi Filmstudio olarak Ocay sayımızda, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü ile ilgili bir dosya hazırladık.
GAZETECİLER GÜNÜN KUTLU OLSUN HABERİN "ÖNCÜ" SESİ…
Hem 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü, hem de 17 Ocak Mehmet Ali Birand'ı anma günü adına, öğrencileri usta habercinin bilinmeyen yönlerini anlattılar…
YETİŞTİRDİKLERİYLE GURUR DUYAN BİR USTA
Türkiye'nin gelmiş geçmiş en önemli gazetecilerinin başında gelen Mehmet Ali Birand, 32. Gün programı ile çok sayıda önemli dosyaya imza atmanın yanı sıra, onlarca öğrenci yetiştirdi. Kanında haber akanlar, kendisi ile iki dakikalık bir sohbet için bile 'iyi ki tanımışım' diyorlardı. Usta gazeteci, öğretmekten, öğrencilerinin başarıları ile gurur duymaktan ve elbette "doğru haber" prensibinden hiç vazgeçmedi.
Ekibiyle birlikte, Kanal D haberi en çok izlenen ana haber bülteni yaptı. Sadece Kanal D'nin değil, onu örnek alan tüm gazetecilerin 'Anchorman'i' oldu.
ESKİ ÇIRAKLARI BİRAND USTA'YI ANLATTI
"Yaşşa!" Birand'ın keyiflenince en çok kullandığı kelimelerdendi. Kimileri onun yanında "çırak"ken şimdilerde ustalaşan isimler Mithat Bereket, Deniz Arman, Erhan Karadağ, Benan Kepsutlu, Ekrem Açıkel, Utku Başar, Oya Doğan, onu bu dosyada okuyacağınız cümlelerle "yaşşa"ttılar:
BİRAND: 'TEK RAKİBİM MİTHAT'
MİTHAT BEREKET: "Ustam, abim ve dostum"…
Bazı insanlar, size o kadar yakınlaşırlar; hayatınızla öylesine bütünleşirler ki onlarla ilk ne zaman ve nasıl tanıştığınızı hatırlamazsınız. Sevinçleri, başarıları, zaferleri birlikte yaşadıkça, üzüntülere, haksızlıklara birlikte göğüs gerdikçe, yüreğinizde ve beyninizde silinmez izler bırakır onlar. Sanki hayata gözünüzü açtığınızdan beri orada; hayatınızdadırlar ve sonsuza kadar da orada kalacaklar gibi hissedersiniz.
İşte, Mehmet Ali Birand, benim için öyle biri. Hatta daha da fazlası…
"Gençlerin başarıları ile gurur duymayı Birand'dan öğrendik"
O, benim ve 32.Gün ile yolu kesişen herkesin elinden tuttu; yol gösterdi. Hepimiz, haber peşinde koşmayı, muhabirliği; kısacası, gazeteciliği ondan öğrendik. Bildiklerini yetenekli gençlerle paylaşmayı, bu sayede kendini geliştirmeyi bize o gösterdi. Türk basınında eskiden beri süregelen bir davranış bozukluğudur: "birgün gelir, bana rakip olur, işimi elimden alır", korkusuyla gazetecilerin çoğu, bildiklerini kimselerle paylaşmaz. Yetenekli gençlere fırsat vererek paylaşmaktan korkmamayı, aksine bu sayede kendini geliştirmeyi ve bu gençlerin başarılarıyla gurur duymayı Birand'dan öğrendik biz...
"Birand, gitme vaktin geldi, dedi, pusulaya başladım"
32.Gün programındayken pek çok kanaldan transfer teklifi geliyordu. Bunları "daha zamanı gelmedi", diyerek reddediyor ve Birand'a da anlatıyordum. En son Kanal D, 32.Gün'den ayrılıp kendi programımı yapmam için cazip bir teklifte bulunmuştu. 1995 yılıydı, 32.Gün'de 9 yılı doldurmuştum. Birand'a bana yapılan teklifi söyledim. Sakince dinledi, sonra, gözlerimin içine gülümseyerek baktı ve "git", dedi, "artık vakti
geldi". Başlangıçta bana "el veren" ustam; şimdi, gönülden gülümseyerek bana "yol veriyordu". Böylece, benim için "Pusula"lı hayat 1995'de, Kanal D'de başlamış oldu. İşin ilginci, kanal yöneticileri 32.Gün'le Pusula'yı aynı gün ve saatte, karşı karşıya koymuşlardı. Rekabet ortamından kaynaklanan bu durumdan gizliden gizliye gurur da duyuyordum. Üstelik bu durum, Birand'ı hiç de rahatsız etmemiş; aksine sevindirmişti. Bazı programlardan sonra arayıp "Pusula çok güzel olmuş; ellerine sağlık", der sonra da o ünlü sözünü tekrarlardı: "aslan çocuk"...
"Oğlum herkes gitti, yağmur altında ıslanan enayiler biz kaldık"
Daha sonra haber kanalları açıldı. Ben NTV'de, o ise CNN Türk'de program sunarken pek çok önemli olayın canlı yayınında, kader bizi yine karşı karşıya getirdi. Bir keresinde Kıbrıs'ta, ünlü "yeşil hattın" ortasındaki ara bölgede ikimiz de canlı yayın yapıyorduk. Takvimler 4 Aralık 2001'i gösteriyordu ve Rauf Denktaş'la Glafkos Klerides Lefkoşa'daki ara bölgede, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs özel temsilcisi Alvaro De Soto'nun da hazır bulunduğu bir görüşme yapıyorlardı. Görüşmenin olduğu bina, ara bölgedeki eski havalanının içinde kalıyordu. Önü basın mensuplarıyla dolu olan binanın bir tarafında ben diğerindeyse Birand, iki rakip haber kanalı için aynı anda canlı yayındaydık. Bir ara bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Bütün basın mensupları oradaki basın çadırına kaçışırken, biz Brand'la canlı yayınları sürdürmek zorundaydık. Herhalde reklam arası vermiş olmalı ki canlı yayında bana bağırdığını duydum: "Oğlum, herkes gitti. Yağmur altında ıslanan enayiler bir biz kaldık."
"Aslan çocuk, bugün bana 3 gol attın."
Düşünsenize, öğrencisi rakibi olmuştu ve o bundan keyif alıyordu. Daha da önemlisi, ben o gün ayrıca biri öğleden sonra Bayrak Televizyon'undan; diğeriyse Lefkoşa'daki Hamamönü Meydanı'ndan iki canlı program daha yapmıştım. Her ikisine de Rauf Denktaş katıldı ve görüşmede neler yaşandığını anlattı. Birand, akşam telefonda beni tebrik etmekten çekinmiyordu: "Aslan çocuk! Bugün bana 3 gol attın. Aferin sana…"
"Yendim Mithat, doktorlara siz işinizi yapın ben dayanırım demiştim."
Ciddi bir hastalığın gelip onu bulduğuna inanamamıştım. 9 saat süren ameliyattan sonraki gün hastanedeki odasına girdiğimde, onu gülümseyen yüzüyle karşımda görünce sevincimi ve rahatlamamı hissetmiş olmalı ki, "Yendim, Mithat" dedi, "doktorlara siz işinizi iyi yapın ben dayanırım, demiştim. İşte oldu, başardım" dedi.
Bizlere mücadeleyi, pes etmemeyi ve her zaman ürettiğiyle ayakta kalmayı öğreten adam, aynı şeyleri şimdi bir kez daha kendisi için yapmıştı. Herkese duyura duyura ölüme meydan okumuş ve bu önemli raundu kazanmıştı....Ve bir kez daha "hayat dersi" vermişti bizlere.
BİRAND: 'HABERİN DELİ ÇOCUĞU' DENİZ
DENİZ ARMAN : "Birand öğrencileri ile her zaman gurur duydu."
1990'lı yıllarda 32. Gün, Türkiye ve Dünya'da çok önemli dosyalar ile bomba gibi programlar yapıyor, yer yerinden sallanıyordu. Can Dündar, girilmeyen yerlere giriyor, Mithat Bereket hazırlayacağı bir dosya için gittiği bir yerde, yakalandı öldürüldü, filan deniliyordu. 32. Gün programının böyle bir döneminde üniversitelere panellere davet ediliyorduk.
Yine bir üniversiteye panele gitmiştik. Bir öğrenci ayağa kalktı; "Sayın Birand, Can Dündar, Mithat Bereket, Deniz Arman bu işlerin peşinde koşturuyor, peki siz ne yapıyorsunuz?" dedi. Birand, o öğrenciye aynen şunu dedi; 'Bu adamların hepsini bir araya ben getirdim. Kolay mı sanıyorsun sen bunu.' Birand, insanları kırmamaya o kadar özen gösteriyordu ki o öğrenciye başka cevaplarda verebilirdi ama her zaman ki kibarlığı ve güler yüzüyle bu cevabı vermişti. Birand, paylaşmayı, bildiklerini öğretmeyi çok sever ve öğrencileri ile her zaman gurur duyardı.
BİRAND; 'ANKARA'NIN GÖZÜ KULAĞI ERHAN'
ERHAN KARADAĞ: "Dikey hiyerarşi yaratan bir yönetici değildi"
Gazeteci, haberci, televizyoncu ve hep muhabir Mehmet Ali Birand, mesleğinin zirvesindeyken bile son güne kadar da hep muhabir olarak kaldı. Yöneticiliği de ona özgü idi, dikey değil paralel bir hiyerarşiyle, her çalışma arkadaşının söz hakkını dikkate alan, hatta mutlaka fikrini alan bir tarzı vardı.
"Eleştiriye açık olmasıyla, çalışma saatlerimiz eğlenceli oluyordu"
Eleştiriye açık hali sayesinde çalışma vakitleri eğlenceli geçiyor, hem de o şeffaflığıyla deneyimlerini, tecrübesini bütünüyle paylaşma olanağı yaratıyordu. Özetle, özel bir insandı, insan olarak rahat ve sıcak var oluşunu ekranda gizlemiyor, gizleyemiyordu. Yaptığı programlar ve sunduğu ana haber bülteni de Birand'la sohbet havasında geçiyordu izleyenler için.
"Erhan valizini kaybetti, şu anda onun peşinde!"
2008 yılında Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Türkiye yarı finale çıkmıştı ve Almanya ile oynayacaktı. Birand, "Gidelim, maç günü ana haberi oradan yapalım" dedi ve İsviçre'ye birlikte gittik. Uçaktan benim valizim çıkmadı, ertesi gün yayında giyeceğim kıyafetler kayıp yani. Basel'de otel-havaalanı arasında mekik dokuyorum çantam için ama akıbeti hakkında haber dahi yok. Bir ara Türkiye'den arka arkaya mesajlar, telefonlar gelmeye başladı. Yakınlarım arayıp dalga geçiyorlar, "valizini mi kaybettin sen, bir çantaya sahip olamadın ha" diyorlardı. Anlamadım ama bagajla ilgili bir şeyler oldu belli ki diye umutlandım da. Mehmet Ali Abi, bülteni açarken vermiş büyük haberi, "Erhan valizini kaybetti, şu anda onun peşinde" diye. Yani, neyin haber olduğuna, neyin olmadığına ilişkin seçimleri de çok rahattı. Bu yüzden haberler, Birand için de onu izleyenler için de samimi bir sohbet saatiydi.
BİRAND; "TÜRKİYE'NİN CHRİSTİANE AMANPOUR'U BENAN"
BENAN KEPSUTLU: "Dünya çapında marka bir haberciydi ama önce insandı"
Haber alanında adının önüne konulan onca sıfata, odasının kapısına asılan onca titre rağmen, özünde muhabirdi Birand. Haberin kalbinde, bizzat yerinde olmak isterdi. "Duyduğunu değil, gördüğünü yaz" derdi. Boşluğu dolmayacak bir gazeteci, televizyon haberciliğine uluslararası boyut kazandıran bir isimdi. Yorulmak bilmeyen, "imkansız"ı kabullenmeyendi. Cesurdu. Dönemlerine damgasını vuran liderlerle yapılan onlarca söyleşi, onca "ilk", çektiği belgeseller, yazdığı kitaplar, altına imza attığı yüzlerce, binlerce haber yakın tarihimize ayna tuttu. Başarısının sırlarını, farklılığın püf noktalarını kendine saklamazdı, paylaşırdı, öğretirdi. Daha önemlisi, egosu yoktu kimseye karşı. Çok az yönetici ya da 'usta' yakıştırması yapılan haberci vardır bu denli ulaşılabilir olan. Birand, bugününe baktığı gibi, dününü unutmadan, stajeri de alıp konuşurdu karşısına, hiç tanımadığı bir muhabire de nasihatler verirdi. Bence O'nu gerçekten farklı kılan da buydu. Bu kadar sevilmesinin arkasında yatan asıl sır buydu. Cenazesinin ardından binlerin onu uğurlamasındaki samimiyet bundandı. Birand uluslararası çapta marka bir haberciydi ama her şeyden önce, insandı.
"Birand sayesinde ilkokuldan beri başka mesleği yapmayı düşünmedim."
Herkesin hayatına dokunan, değiştiren, yönlendiren kilit birkaç kişi vardır. Birand onlardan biri benim için. O kadar çok anım var ki onunla… Haberde Birand ve Ayşenur Arslan'ın eline doğdum desem yeridir. Ama anlattığımda Birand'ı bile şaşırtan bir hikayem var. 32.Gün TRT'de yayınlandığı dönemde, dedemlerin evinin sokağındaydı 32.gün binası. Mebusevleri'nde, Anıtkabir'in ana giriş kapısının çaprazında, köşede, beyaz bir köşk. Hemen çaprazında da bir çocuk bahçesi vardı, dedemle birlikte kardeşimi götürürdük oraya. İlkokul birinci sınıftaydım sanırım, kardeşim bahane, Birand'ı o binaya girerken uzaktan olsa da görebilmek için dedemi esir ederdim. Bir gün akşamüstü saatlerinde geldi, yavaş yavaş yürüyerek binaya girdi. Nasıl heybetliydi gözümde, nasıl 'büyük'... Ve onun sayesinde ilkokuldan beri başka hiçbir mesleği yapmayı düşünmedim. Yıllar sonra onunla çalışmak kısmet oldu.
"Bir yap-bozun parçası gibidir notların, ne zaman işine yarayacağını kestiremeyebilirsin!"
Dönemin İran Devlet Başkanı Hatemi ile söyleşi yapmak için beraber Çırağan Sarayı'na gittik. Benim çömez dönemlerimdi, çok heyecanlıydım. Söyleşiyi o yapacaktı, Kanal D Haber ve gazeteler için haberini ben yazacaktım. Şunu biliyordum; aslında bu benim için bir sınavdı. Altından kalkarsam devamı gelecekti. Muhteşem bir söyleşi oldu. Dönüş yolundaydık. Bana arabada bir tavsiye verdi ki, meslek hayatımın sonraki dönemi o tavsiyeyle değişti. "Her şeyi yaz" dedi. "Küçük bir defterin olsun yanında, gördüğün, gözlemlediğin her şeyi unutmamak için yaz. Gerekirse müsaade iste, tuvalete kaç, orada yaz. Bir yap-bozun parçası gibidir notların. Sonra bunları harmanlarsın ve hangi bilginin ne zaman işine yarayacağını o an kestiremeyebilirsin. Kimseyle de irtibatını koparma. Arada bir kart at."
Birand'ın bana nasihatını yeni nesil de kullansın!
Şimdi, yurt içinde ya da yurt dışında aldığım o notları, o detayları harmanlama zamanı. Ayrıca Birand'ın tavsiyesiyledir ki, daha sonradan dünya genelinde doğudan batıya, Azerbaycan'dan Ermenistan'a, Filistin'den Mısır'a, İran'dan İsrail'e, Amerika'dan Suriye'ye kadar onlarca ülkede bizzat tanıdığım, tanıştığım devlet başkanlarıyla, başbakanlarla, bakanlarla, liderlerle kurduğum bu samimi iletişim, sonrasında hepsiyle karşılıklı güvene dönüştü. Benim de üstümde kalmasın bu 'tavsiye'. Bilgi paylaşıldıkça güzel. Onun bana verdiği "her şeyi yaz" nasihatını yeni nesil de kullansın.
"Mevki verilmez, alınır, o yüzden en iyisi olmalısın."
Kendini haberciliğe adayıp, Onunla bir dakika geçirebilen herkes şanslıdır gözümde. Yeter ki o bir dakikayı bir saatmiş gibi kullanabilmiş olsunlar. Haberin içinde herkesin görüp yazdığını değil, ayrıntıları yakalama sanatını ve o ayrıntılardan haber yapmayı öğretti bizlere. Ve o meşhur sözü, "mevki verilmez, alınır. O yüzden en iyisi olmalısın."
"Çocukluk kahramanımı, BBC News'ten gelen teklife tercih ettim"
2006'nın farklı farklı zamanlarında 4-5 ayı Gazze'de geçirdim. Birand'ın eşi Cemre Abla "Bu kızcağızı nasıl buralara gönderiyorsun" demiş, Birand da "O işini bilir, çaresine bakar" diye yanıt vermiş. Son gidişimde, bir İsrail saldırısında hazırladığımız haber ve yayın sonrasında aradı, tebrik etti, "döndüğünde konuşacağız" dedi. İki gün sonra döndüğümde "kız senden çok iş çıkacak, bu kadarını beklemiyordum, benden istediğin bir şey var mı?" dedi. Zam falan isteyeceğimi düşündü sanırım. "Londra'da eğitilmek üzere BBC News'e gitmek için bir süredir para biriktiriyorum ancak eğitim iki ay sürecek, sizden izin istiyorum" dedim. "Oraya en son Mithat'ı (Bereket) göndermiştim yıllar önce, izin tamam, uçak bileti de benden" dedi. Londra'ya gittim, BBC'nin o dönem kadroluları işten çıkarttığı ve 6 aylık sözleşmelerle işe alım yaptığı dönemdi. Kurs bitiminde dış haber servisinde kalmamı teklif ettiler. Birand'ın sözü geldi aklıma; "mevki verilmez, alınır''. Düşüneceğimi ancak önce Türkiye'ye dönmem gerektiğini söyledim. Heyecanla Birand'ın yanına gittim. Birand biraz durgun, biraz da gururlanarak "düşünelim" dedi. O gün iki defa yanıma geldi ve bir şey söylemeden döndü gitti. Sonunda "6 ay çok uzun be kızım" dedi. "Çocukluk kahramanım" Birand'la Kanal D Haber'de devam ettim ama onun da desteğiyle dünyanın dört bir yanında pek çok yabancı meslektaşım oldu ve BBC gibi bir kurumda dünyanın "haber"e nasıl baktığını yerinde öğrendim. Ona minnettarım.
BİRAND: '32.GÜN'ÜN DEMİRTAŞI'
UTKU BAŞAR: "Birand, gazetecilikten ödün vermeden nasıl ilerleyebileceğimizi gösterdi"
Mehmet Ali Birand, yılların tecrübesiyle taşlı, engelli arazide gazetecilikten de kendinden de ödün vermeden nasıl ilerleyebileceğimizi sanırım hepimize çok iyi öğretti. Bazı dönemlerde "Bu yaşamak zamanı" derdi. Kastettiği de ne olursa olsun yayında kalmaktı. Sen gidersen, senin yerine gelecek senin yaptığını da yapmayacak diye düşünürdü. Dengeleri tutardı ama eninde sonunda yapacağını yapmaktan da çekinmezdi. Bu anlamda çok cesurdu.
"Hala her sabah uyandığımda sesini duyuyorum, 'biz durursak ölürüz' diyor."
Ölümünden önceki sezon, programın bir bölümünde RTÜK'ten belki de o zamana kadar kesilen en büyük cezayı almıştık. Ne olduğu önemli değil, ama konu siyasi değildi, bunu kesin söyleyebilirim. Ancak, Birand bunu biraz farklı değerlendirdi. Sanki cezalandırılıyormuşuz gibi hissetti sanırım. O dönemde tartışma programı formatı olsa da, artık özel haber dosyaları yapmıyor olsak da 32. Gün ağırlığını koruyordu. Ortalık siyasi anlamda oldukça hareketliydi. Ratingler de hiç fena değildi. Ali Kırca ile de karşı karşıyaydık. Malum, Siyaset Meydanı önemli program, rating için yarış var. Yapacağımızı yapmaktan geri durmuyorduk. İşte tam bu dönemde tatile girdik, tatil dönüşü Birand, "Çocuklar, bu sezon çok ses getiren programlar yapmayalım" dedi ve sustu. "Rating savaşı, gündem, Ali'yi mahvedelim" diyecek diye beklerken ki aralarında çok tatlı bir rekabet vardı, söylediğini tekrarladı ve "Çocuklar, bu sezon çok ses getiren programlar yapmayalım!" dedi. Hayatta ondan duyabileceğiniz bir cümle değildi. Şaşırmadık, güldük, şaka sandık. Sessiz bir centilmenler anlaşmasıyla "Biraz dengeli" gitmeye nazikçe ikna edilmiştik diyebilirim. O bunu söylediyse illa ki bir bildiği vardır diye düşündük. Bir süre sonra sezon başladı, program "dengeli" konularla rayting de o saatte yayınlanan bir haber programı için iyi sayılabilecek bir yere oturdu. Rölantiye aldık. Ben o dönemde genel yayın yönetmeniydim. Bir süre böyle devam ettik. Derken haftalık haber toplantılarının birinde Birand patladı. Gülerek "Tamam öyle dedik de bu kadar da değil, getirdiğin konulara bak, benden de yaşlandın sen" dedi. Yani bizi "dengeli gitmeye" nazikçe ikna etmişti ama kendisi duramadı. Beni mesleğe Birand soktu. Hala her sabah iş için uyandığımda, ya da gecenin köründe çalışırken kulağımda sesini duyuyorum "Biz durursak ölürüz" diyor. Birand, ustalığın yanında ikinci bir baba, ağabey gibiydi benim için.
BİRAND:'EMNİYET VE ADLİYE'NİN SESİ EKREM'
EKREM AÇIKEL: "Bu dönemde onun gibi akil bir adama ihtiyaç var"
Çok klasik bir cümledir, "Şimdi anlıyorum onun yokluğunu"... Şimdi anlıyorum Birand'ın yokluğunun oluşturduğu boşluğu. Sadece benim "küçük" hayatım için değil, bu memleket için; bu millet için "akil bir adama" ihtiyaç olduğu çok açık. Birand "akil bir adamdı". Yerinin doldurulamayacağını sanırım son 730 gündür yaşanan her ayrıntı ispatladı.
Düşünsenize, Gezi olaylarında Birand'ın ekranda olduğunu ya da "17-25 Aralık" krizinde… Ne diyeceğini, nasıl tepki vereceğini merak etmiyor muyuz? Çok ediyoruz. Ama şunu iyi biliyoruz;"Onun tepkisi demokrasi ve adalet vurgusu" olurdu.
"Tüm meslektaşlarımın Birand'ın kanatları altında olma duygusunu yaşamasını isterdim"
Peki "kanatları altında" olanlar için? Gerçekten Birand'ın "kanatları altında" korunabilmek duygusunu tüm meslektaşlarımın yaşamasını isterdim. Bunun değerini şu günlerde çok daha iyi anlıyorsunuz. Artık "doğruları" yazmak bile ciddi bir mesele. Her an ama her an, işinizden, gücünüzden olabilirsiniz, bu risk çok güçlü. Bu riski almak "gerçek gazetecilik." Bir gazeteci için Birand konforu nasıl anlatılabilir? Galiba şöyle:
'Oğlum bilgine güveniyor musun?'
'Evet patron 3 filtreden geçirdim'
'Peki o zaman akşama veriyoruz'
'Ama bilin efendim, bize saldıracaklar; yaftalayacaklar'
'Boşver; haberimiz doğru mu? '
'Doğru'
'O zaman sonuna kadar devam. Ben burada oldukça, sen doğruları yazdıkça kimse bize bir şey yapamaz.'
"Kellemiz istendiğinde, önce kendi kellesini koyardı"
Birand ile güvenli, doğru, adaletli habercilik yaptım. Bilirdim, yalan haber yanımızdan geçemezdi. Bilirdim, hep doğruları yazdığım için "patron" da benim yanımdaydı. Bilirdim, üzerimize gelecek her baskıyı o göğüslerdi. Bilirdim, "kellemiz" istendiğinde o önce "kellesini" koyardı. Bilirdim, güvendiği, doğruluğundan emin olduğu haberi ve habercisini sonuna kadar korurdu, korudu da. Defalarca "kovun bu adamı" dediklerinde, "o çocuk doğru adamdır, yanlış iş yapmaz" derdi. Ve tabi "onun getirdiği haberi ben istedim. Eğer atılacak biri varsa önce beni atın" diyecek kadar yürekliydi.
"Yanında çalışan herkes kendini kral ve kraliçe hissederdi."
Birand'ın vefatında anladım; o yanında çalışan herkesi kral ya da kraliçe hissettirirdi. Ne kadar doğru, en alttan en üste, güvendiğine çok farklı değer verirdi. Sanırdınız; Birand için en değerli yıldızı benim. Hayal edin; bunu 75 kişilik tüm haber merkezinin birer birer hissedebildiğini. İşte öyle bir adamdı. Son cümle… İyi bir yönetici sıradan insanları, sıradışı işler yapar hale getirir. Ben "sıradan" bir çalışandım. Birand'ın elinde bambaşka bir dünyaya sahip oldum. Seni çok özlüyorum patron.
OYA DOĞAN: "Birand, mesleği gazetecilik olan herkesin idolüdür"
Mesleği gazetecilik olan herkesin idolü herhalde Mehmet Ali Birand'dı. Kendimi bildim bileli 32.Gün izlemiştim. Benim çocukluğumda dünyaya açılan penceremiz internet değil, 32. Gün'dü. Ne şanslıyım ki, ben de o okulun bir üyesi oldum. Üniversite dönemimde 32. Gün'de o şahane ekiple çalışma fırsatım oldu.
"Nasıl tüm liderleri konuşmaya ikna ettiniz?"
Birand benim için okul demekti. Çalıştığım dönemde aynı zamanda CNN Türk'te Manşet programını yaptığı için sürekli bir arada olduğumuz bir mesaimiz olmadı. Ama, görüştüğümüz zamanların her birinde hayatıma bir dokunuşu oldu. İlk tanıştığımızda gözümün içine bakıp "Bu kızı yetiştirin, her şeyi bilsin" dedi. Ama hayatıma en büyük katkısı bana söylediği bir cümleydi. Gazetecilikteki en büyük mottom o cümle oldu. Birand'a "Nasıl oluyor da tüm dünya liderlerini konuşmaya ikna ediyorsunuz?" diye sordum. Cevabı çok basitti: "Sadece denedim. Onlar da kabul ettiler" Yani "Ne de olsa bana konuşmaz, demek yerine her zaman şansını dene, ısrarcı ol ama bezdirme" dedi. O günden sonra bu cümleyi hiç unutmadım.
"Arkasında koca bir gazeteci ordusu bıraktı"
Hiçbir konuda da "ne de olsa olmaz" diyerek kendimi önyargılara teslim etmedim. Denedikçe kazanılabileceğini gördüm. Bu sektörde onun kadar gazeteci yetiştiren başka kimse olmadı. En önemlisi bilgisini kendisine saklamayıp arkasında koca bir ordu bıraktı. Bu zor günlerde de yokluğu çok hissediliyor. Onu çok özlüyoruz.