Efsanevi Yazarla Dünya Kupası Turu
Gölgede ve Güneşte Futbol kitabının unutulmaz yazarı Eduardo Galeano, 1930'dan 2000'lere Dünya Kupası'nı anlattı.
Güney Amerika tarihine tutkusuyla tanınan ve Latin Amerika'nın Kesik Damarları gibi kitapları 20'den fazla dile çevrilen Galeano, çocukluğundan beri futbol aşığı. Uruguaylı yazar hiçbir zaman profesyonel futbolculuk yapmadı ama Gölgede ve Güneşte Futbol kitabı başta olmak üzere eserleriyle futbol dünyasında unutulmaz bir iz bırakmayı başardı.
Banu Acun, Uruguay'da buluştuğu Galeano'yla, 1930'da yazarın ülkesinde düzenlenen ilk Dünya Kupası'ndan 1950 Uruguay Milli Takımı'nın yıldızlarına, efsanevi Arjantinli futbolcu Maradona'dan Fransız yazar Albert Camus'ye uzanan bir sohbet gerçekleştirdi.
Ev sahipliği yaptığı 1930 Dünya Kupası, Uruguay için ne anlam taşıyor?
Dünya Kupası burada doğdu. İlk Dünya Kupası maçları 1930'da burada oynandı. Uruguay ve Arjantin arasında oynanan şampiyonluk maçının galibi Uruguay oldu. O dönem Uruguay futbolu çok iyiydi. Bu, 20'nci yüzyılın başında herkes için eşit ve ücretsiz eğitim hakkı gibi birçok devrimci atılımlara imza atan, var olan gerçekliği değiştirmek için çaba gösteren ilerlemeci bir hükümetin eseriydi.
Uruguay Milli Takımı futbolun ilk yıllarında dünyanın ilk siyahi oyuncusuna sahip futbol takımıydı. Dünya Kupası öncesi yapılan olimpiyatlarda Jose Leandro Andrade oynadığı muhteşem futbolla Paris'i sallıyordu. Onun için "göz kamaştırıcı" deyimini kullanıyorlardı. Ama ırkçılığın kulakları mümkün olan her şeye kapanıyordu. Şimdi imkansız gibi geliyor ama 1922 yılında bir Brezilya başkanı siyahilerin milli takımda yer almasını yasaklamıştı. "Dışarıya kötü imaj verecekler, tüm dünya bizi Afrika ülkesi zannedecek" diyordu ismi Rio de Janeiro'da bir caddeye verilen Brezilya başkanı, yasaklama gerekçesi olarak.
1950 Dünya Kupası'nı hatırlıyor musunuz?
1950'de daha çocuktum. Zaferi radyodan dinlediğim an benim için unutulmazdır. Tüm tahminlerin tersine Uruguay, Maracana Stadı'nda galip gelmişti. Maracana Stadı 200 bin kafalı, kükreyen, büyük bir hayvan gibiydi. İlk golü Brezilya attı. O anda ölmek istedim. Tanrı'ya yalvarmaya başladım "Ah Tanrı'm, güzel Tanrı'm, ne olur beni yalnız bırakma, lütfen, senden bir mucize istiyorum" diye ve ona bir söz verdim. ve Tanrı dileğimi yerine getirdi. Uruguay tüm tahminleri boşa çıkartarak 2-1 galip geldi.
"Maracana Stadı 200 bin kafalı, kükreyen, büyük bir hayvan gibiydi. İlk golü Brezilya attı. O anda ölmek istedim."
Maracana'nın kahramanı Uruguay Milli Takımı'nın kaptanı Obdulio Varela'ydı. Obdulio kızıl fikirleri olan bir duvar ustasıydı. 50 kupasından hemen önce futbolcular arasında bir grev organize etmişti. Dünya futbol tarihinin en uzun süreli greviydi. Sendikalarının tanınmasını istiyorlardı. Gariptir, Uruguay gibi futbolcu bir ülke -ateistlerinin olmadığı tek din futboldur Uruguay'da- pazarları futbolsuz kalmasına rağmen yedi ay süren grevi destekledi. Halk grevi destekliyordu. Sonunda grev başarıya ulaştı.
Uruguay kazandığında bu adam, üstelik bir siyahiydi, şampiyonluk kutlamalarından kaçtı. Hikayeyi iyi biliyorum çünkü bana kendisi anlattı. Yani gerçek bir hikaye. Kutlamalardan kaçtıktan sonra Rio de Janeiro'nun barlarına içmeye gitmiş. Barlarda bir sürü ağlayan insanla karşılaşmış. Kendisini çok kötü hissetmiş, ben nasıl insanları bu kadar mutsuz edecek bir şey yaptım, diye düşünüp pişman olmuş. Zafer gecesini sabaha kadar bar bar dolaşıp mağlup taraftarları kucaklayarak geçirmiş.
Gölgede ve Güneşte Futbol kitabınızda "Boş bir stattan daha hüzünlü bir şey yoktur" diyorsunuz…
Daha hüzünlü değil, daha dolu bir şey yoktur. Çünkü boş statlar, tarih doludur, ses doludur. Hayaletler mesken tutmuştur boş statları. Bazen boş bir stada girdiğimde bu gizemli şeylerin varlığı karşısında kendimi biraz ürkek hissederim. Burada oynanan maçlar boyunca söylenen sözler, yapılan tezahüratlar, kazanma neşesi, kaybetme hüznü, hepsi bir titreşim halinde stadın içinde varlığını sürdürür.
"Uruguay kazandığında kaptan Varela, şampiyonluk kutlamalarından kaçtı. Zafer gecesini sabaha kadar bar bar dolaşıp mağlup taraftarları kucaklayarak geçirmiş."
Gölgede ve Güneşte Futbol kitabınız, futbol hakkında yazılan en iyi kitaplardan biri kabul ediliyor. Bu kitapta belirttiğiniz gibi, Albert Camus "Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim" der. Siz de tüm öğrendiklerinizi futboldan mı öğrendiniz, Camus gibi?
Evet, oynarken, insan olmanın koşulları hakkında Camus gibi ben de birçok şey öğrendim. Arkadaşlarım bazen beni öldürmek isterdi. Çünkü karşı takımdan biri çok iyi oynadığında, futbol sanatını konuşturduğunda, ben onu tebrik ederdim. Bunu nasıl yaparsın, nasıl düşmanı tebrik edersin, diye bana kızarlardı. Bu sonra da devam etti. Nacional taraftarıyken -ki hala öyleyim- iki futbolcuya hayrandım ve bu iki futbolcu, düşman takım Penarol'da oynuyordu. Bunlardan biri Julio Cesar Abbadie'ydi. Ona El Pardo (Kahverengi) Abbadie derlerdi. Melezdi, kanatlarda oynardı, topa dokunmazdı, topu bırakırdı ki top kendi çizgisinde ilerlesin. Sadece oldukça şık hareketlerle topun etrafında sallanarak, ona yol açarak, topa ve rakip oyunculara hiç dokunmadan topu ilerletirdi. Bu yüzden, sallanarak yaptığı vücut hareketleri futboldan çok dansı andırırdı. Belki de futbol meşin yuvarlakla yapılan bir danstır. Çocukken, düşman takım Penarol'da oynadıklarını bilmeme rağmen onlara hayran olmaktan kendimi alamıyordum. Yazmaya başladığımda da bu hayranlığı her zaman bir meydan okuma olarak hissettim ve Abbadie'nin oynadığı zarafette yazılar yazmayı istedim.
Fotoğraf: Ezequiel Lopez
Maradona için, "Tanrılar içinde en insancıl olanı ama sükse müptelası" diyorsunuz, eski kokain bağımlılığına gönderme yaparak. Bu sükse müptelalığı ne anlama geliyor?
Efsanelerin dramı şu: Yükselirken insanlara verdikleri hazzı, düşerken de vermeleri. Bir idolün yükselişi ve düşüşü insanlara sapıkça bir zevk verir. Dünyalı idollerin hiçbiri "Ben bu işlerden elimi eteğimi çekiyorum, artık emekli aylığımı alıp stadyumda maç izleyeceğim" diyemez. Maradona gibi birisinin de bütün o yaşadıklarından sonra böyle bir şey düşünebilmesi pek olası değildir. Futbol oynarken dünyanın en ünlü, en tanınan oyuncusuydu, hala da öyle. Onu izlerken çok büyük keyif alırdım. Uruguay'a karşı oynarken ise beni korkudan titretirdi çünkü topu ayağına aldığı zaman çok tehlikeli olurdu. Çok büyük, muhteşem bir oyuncuydu. Dünya çapında sevilen, tapılan bir oyuncuydu. Belki de Maradona bir şekilde pis, kirli bir Tanrı'ydı. Tanrıların en insancılıydı. Zampara, tantanacı, ayyaş, yalancı, bize benzeyen, insancıl bir Tanrı... Bu özellikler onun dini prensiplerini de açıklıyor. Arjantin'de, bünyesinde yapılan evliliklerin yasal kabul edildiği, kendi adını taşıyan bir kilisesi bile var.
Kitabınızda 2002 Dünya Kupası'nda Türkiye'yi çok övüyorsunuz. İzlediniz mi Türkiye'nin maçlarını?
Evet, bazılarını izledim. "Futbolun işi" derler ya. Türkiye gibi futbol ülkelerinde -Türkiye bir futbol ülkesi- bazen futbol, kaderin ismidir. Biz başka yerlerde söylenen "kaderin işi" sözü yerine "futbolun işi" sözünü kullanırız. Öyle görünüyor ki futbol ve kader birbirlerine çok benziyor.
Fotoğraf: Ezequiel Lopez
Yıllarca dışarıda yaşadıktan sonra Montevideo'ya döneli ne kadar oldu?
Ben bu şehirde doğdum, aynı zamanda yaşamak için bu şehri seçtim. Çünkü kimseye nerede doğmak istediğini sormazlar, annesi neredeyse orada doğar insan. Ben böyle bir şehirde doğduğum ve yaşamak için burayı seçtiğim için şanslıyım. Çünkü bugün dünyada yürüme ve nefes alma şansına sahip olabileceğin pek fazla şehir yok. Ben de yürümeyi çok seviyorum. Montevideo'nun bu ıslak kıyılarında her gün uzun yürüyüşler yapıyorum. Üstelik nefes almayı da çok severim. Bu da hayatta kalmak için oldukça gerekli bir şey. Büyük, modern şehirlerde otomobillerin diktatörlüğünde dayatılan yaşam tarzı hoşuma gitmiyor. Tavuklar uçmayı unuttular. Kanatları var ama uçmayı bilmiyorlar. Biz insanlar da yürümeyi unutuyoruz. Bacaklarımız var ama her seferinde onları daha az kullanıyoruz. Gerçekte bacaktan daha çok tekerleğimiz var. Tamamen motorize olmuş durumdayız. Dalga seslerinin duvarlara çarptığı Montevideo kıyılarında her gün yürüyerek, kaybolan yürüme keyfini yeniden hayata döndürmeye çalışıyorum. Ben doğduğum şehrin kıyılarında yürüyorum, şehir de bana yürüyor. Benim içimde yürüyor. Bu yüzden her zaman şunu söylüyorum: Kitaplar beni yazıyor, ben onlar için yazıyorum. İçimde, kapının çalınacağı vakte kadar yavaş yavaş büyüyorlar, usulca büyüyorlar. Dudaklarımın kapısını çalıyorlar, ellerimin kapısını çalıyorlar. Tık tık tık, dışarı çıkmak istiyorlar, daha fazla şeye ulaşmak istiyorlar.