Haberler

DOSYA/İSTANBUL'UN YÜZLERİ: Yugoslavya'dan İstanbul'a Arnavut bir ailenin zorlu göç hikayesi

DOSYA/İSTANBUL'UN YÜZLERİ: Yugoslavya'dan İstanbul'a Arnavut bir ailenin zorlu göç hikayesi
Haberler
Güncelleme:
Haberler
Twitter'da Paylaş Facebook'da Paylaş WhatsApp'da Paylaş

Eski Yugoslavya'dan 1955'te göç eden Fatma Süsler ve ailesinin İstanbul'a göç hikayesi, savaştan kaçtıkları topraklardan yeni bir yaşam kurdukları metropole uzanan zorlu bir yolculuğu anlatıyor.

Eski Yugoslavya'dan 1955'te göç eden Fatma Süsler ve ailesinin İstanbul'a göç hikayesi, savaştan kaçtıkları topraklardan yeni bir yaşam kurdukları metropole uzanan zorlu bir yolculuğu anlatıyor. Zamanla değişen İstanbul'un yüzüyle, Süsler ailesinin yaşadığı dönüşüm geçmişin ve bugünün izlerini taşıyor.

AA'nın "İstanbul'un Yüzleri" başlıklı dosyasının ilk haberinde, Arnavut göçmeni Fatma Süsler, kız kardeşi Afet Başaran ve ailenin Türkiye'de doğan ilk kuşak üyesi Aşkım Aşık, AA muhabirine İstanbul'a göç serüvenlerini ve şehirdeki değişimi anlattı.

Fatma Süsler, Kuzey Makedonya'nın Eğri Palanka kasabasında doğduğunu ve 20 yaşına kadar burada yaşadığını belirterek, 1950'lere kadar kasabada Arnavut, Türk, Sırp ve Bulgar topluluklarının bir arada barış içinde yaşadığını kaydetti.

Süsler, farklı din ve geleneklere saygı duyulduğunu, Hristiyan komşularının Müslümanlara hassasiyet gösterdiğini aktararak, "Domuz kestiklerinde bizi uyarırlardı. 'Komşu kedilerinizi içeri alın. Kanlarından yemesinler' derlerdi. Bizi günaha sokmaktan korkarlardı." dedi.

Ancak 1950'lerin başında Bulgaristan ile Yugoslavya arasındaki çatışmaların başladığını dile getiren Süsler, Bulgaristan sınırında yer alan köylerinin topçu atışlarının hedefi olduğunu anlattı.

Süsler, babasının savaşın yaklaştığını fark ederek aileyi kasabadaki başka bir köye götürdüğünü ifade ederek, "Kıştı, bir metre kar vardı. Halk, 'Bulgarlar geliyor, Stalin geliyor' diye korkuyordu. Sığındığımız köye de saldırdılar. Evin yanına bomba düştü. Her yer toz duman oldu. Ramazan ayıydı. Dayım dışarıda hayvanlara bakıyordu. Bir kolunu bir ağaçtan, bir bacağını diğerinden topladık." diye konuştu.

"Hamdi benim en yakın arkadaşım eğer onu öldürürsen ben de seni öldürürüm"

Üsküp'teki akrabalarının yanına gitmek için köylerinden kaçtıklarını belirten Süsler, şöyle devam etti:

"Kaçarken yanımıza ne alabildiysek aldık. Tam Üsküp'e giderken bir Sırp askeri silahını doğrulttu ve 'Türk Hamdi kaçıyor' diye bağırdı. Babam, 'Anne beni öldürecekler, hakkını helal et' diye annesine seslendi. Tam o sırada diğer asker, 'Hamdi benim en yakın arkadaşım eğer onu öldürürsen ben de seni öldürürüm' dedi. O da ateş etmekten vazgeçti. Babam böyle sağ kaldı."

"Babam baskılar nedeniyle Türkiye'ye göç etmeye karar verdi"

Süsler, çatışmalar sona erdiğinde köylerine döndüklerini ancak eski sıcaklığı ve demografik yapıyı bulamadıklarını belirterek, evlerinin de zarar gördüğünü söyledi.

İlerleyen günlerde Yugoslavya yönetiminin Müslümanlara yönelik baskılarını daha da artırdığını aktaran Süsler, "Tito, kadınların çarşaflarını çıkararak çarşıda yürümelerini emreden bir bildiri gönderdi. Annem, 'Kendimi öldürürüm de çıkarmam' dedi. Çarşafını çıkarmayanlara ağır cezalar verilecekti. Babam bu baskılar nedeniyle Türkiye'ye göç etmeye karar verdi." diye konuştu.

Süsler, Türkiye'nin devreye girmesiyle yapılan son göç anlaşmasıyla 1955'te İstanbul'a geldiklerini ifade ederek, o dönemde yaşadıkları zorlukları şu sözlerle dile getirdi:

"Malları Hristiyanlara yok pahasına sattık. Sırplar babama, 'Burada malım yoktur' yazan bir kağıt imzalattı. Türkiye'ye sadece 30 lirayla geldik. Trene binmek için kış ayında soğuk bir odada bir ay bekledik. Trene bindikten sonra Bulgaristan sınırında Sırp askerler bizi aşağı indirdi, kar ve buzun içinde bir gece beklettiler."

"O kadar çok balık yedim ki şimdi sevmiyorum"

Fatma Süsler'in kız kardeşi Afet Başaran, savaş zamanı çocuk yaşta olduğu için o dönemi net hatırlayamadığını ifade ederek, Sirkeci'de trenden indiklerinde kendilerini daha önce İstanbul'a gelen eniştelerinin karşıladığını söyledi.

Başaran, İstanbul'da ilk kez trafik ışıklarını görünce şaşırdığına dikkati çekerek, "Eniştem, 'Sakın yanımdan ayrılmayın, ben nerede durursam orada durun, nereden geçersem oradan geçin' dedi. Eniştem duruyor, arabalar geçiyor, arabalar duruyor, eniştem geçiyor. Şaşırıp, 'Enişte, sen bizden önce geldiğin için bütün İstanbul'a kendini tanıtmışsın herhalde!' dedim. Daha sonra onların trafik lambası olduğunu öğrendim." şeklinde konuştu.

Afet Başaran, bir süre devletin tahsis ettiği vakıf evinde kaldıktan sonra Fatih'in Hırka-i Şerif Mahallesi'nde bir ev tuttuklarını dile getirerek, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Hırka-i Şerif'te bir ev tuttuk ama ev çok kötüydü. Üstelik o yıl inanılmaz bir kar ve soğuk vardı. Biz kardan kaçıp buraya geldik ama burada da kara yakalandık. Soba yoktu, mangal yakıyorduk. Üstüne su koyup öyle ısınıyorduk. Bir keresinde Fatma ablam mangaldan çıkan dumandan zehirlendi. Teyzem üst katta yatarken üzerine kar yağıyordu. Isınmak için koyun gibi birbirimize sokuluyorduk."

Türkiye'ye geldiklerinde paralarının olmadığını, bu yüzden bazen aç yattıklarını anlatan Başaran, "Balık o sene çok ucuzdu. Babam sürekli balık ekmek alıp getirirdi. Balıkçı bir gün babama, 'Ağabey, senin fabrikan mı var? Neden bu kadar balık ve ekmek alıyorsun?' demiş. Babam da, 'Biz muhaciriz' diye yanıt vermiş. O kadar çok balık yedik ki şimdi balık ekmeği hiç sevmem." dedi.

"Göçmenlik zor bir şey, para yok, hiçbir şey yok"

Başaran, dil problemi yüzünden okula gidemediğine ve arkadaş edinemediğini anımsayarak, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Küçük yaşta geldiğim için dışarıda oynamak istiyordum ama benimle dalga geçecekler diye dışarı çıkmıyordum. Pencere kenarından dışarıdaki çocukları izliyordum. Bize 'gavur' diyorlardı. Dilim kaba olduğu için dalga geçiyorlardı. Okuyamadım, direkt iş hayatına atıldım. Göçmenlik zor bir şey, para yok, hiçbir şey yok. Ağabeyim, ablam ve ben fabrikada çalışmaya başladık. Bir gün fabrikada makineye saçım takıldı, neredeyse ölüyordum."

Türkiye'ye geldikten sonra mahalledeki komşularıyla çok iyi anlaştıklarını ifade eden Başaran, "Komşularımız bir numaraydı, çok güzel geçiniyorduk. Ümran Bey vardı, her gördüğünde bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını sorardı. Bizi kendilerinden ayırmadılar, hep yardımcı olmak istediler." dedi.

Başaran, geleneklerini sürdürmeye çalıştıklarını ve ailece birbirlerinden kopmadıklarını vurgulayarak, şöyle devam etti:

"Pazar günleri Florya'ya, Haramidere'ye ya da Büyükada'ya giderdik. Börekler yapardık. Annemin meşhur fasulyesini pişirirdik. Herkes toplanırdı, kamyon kasalarında, piknik tüpleri ve kilimlerle gider piknik yapardık. Küçükken böyle yerlere gidince kendimi kıra gitmiş gibi hissederdim. Ne güzel günlerdi. Her pazar mutlaka giderdik. Bana 'Orası mı güzel, burası mı?' diye sorduklarında, hep 'Burası' derdim. Çünkü gerçekten öyleydi. Yugoslavya'dayken İstanbul'a Carigrad (Padişah Şehri) derdik."

İstanbul'un zamanla nasıl değiştiğinden de bahseden Başaran, "Eskiden İstanbul daha sessiz ve tenha bir yerdi. Şimdi ise insanlar çok sabırsız, şehir de inanılmaz kalabalık." ifadesini kullandı.

"Yemeği çok seven bir topluluğuz ve mutfak, bizim kültürümüz için çok önemli"

Afet Başaran'ın kızı Aşkım Aşık, Yugoslavya'dan göç eden ailesinin İstanbul'da doğan ilk kuşağından olduğunu belirterek, eşinin de kendisi gibi göçmen olduğunu söyledi.

Arnavut kültürünün hem ailesinde hem de çevresinde yaşatıldığını dile getiren Aşık, "Kültürümüzü sürekli olarak yaşatmaya çalıştık. Geleneksel yemeklerimizi yaptık. Evimiz her zaman kalabalıktı, ziyafetler verilir, birlikte hoş sohbetler yapılırdı. Ben böyle bir kültürde büyüdüm ve böyle bir kültüre sahip olduğum için çok mutluyum." şeklinde konuştu.

Aşık, mahalle kültüründe büyüdüğünü ve mahallesinde sadece Arnavutların değil farklı milletlerden komşularının da olduğunu kaydederek, mahallede kimsenin kültürünü birbirine dayatmadığını vurguladı.

Annesi Afet Hanımın misafirperverliğinden bahseden Aşık, "Annem çok misafirperver bir insandı. Evimize gelen arkadaşlarıyla ziyafetler verir, börekler ve tatlılar yapardı. Gelen herkes çok memnun kalırdı. Annem çok sevilirdi. Güzel bir mahallede büyüdüm. Çok farklı insanlarla tanıştık ve kaynaştık. Birçok insanla yakın ilişkiler kurduk. Çok büyük bir ayrımcılık yaşamadım." dedi.

Aşık, Arnavut kültürünün yeni nesilde giderek daha az yaşatıldığına ve mahallelerin kaybolmasının bunda etkisi olduğuna vurgu yaparak, "Şu anda kültürü kaybediyoruz. Bu durum beni çok üzüyor. Ne yazık ki şimdi büyük sitelerde yaşıyoruz ve altımızda ya da üstümüzde kimlerin oturduğunu bile bilmiyorum. Eskisi gibi bir merhaba, günaydın bile yok. Mahalledeki dayanışma da çok azalmış durumda." diye konuştu.

Çocukluğundaki İstanbul ile bugünkü İstanbul arasındaki farka işaret eden Aşık, duygularını, "İstanbul o kadar kalabalıklaştı ki bazen gerçekten bunalmaya başlıyorum. Herkes bir stres içinde. Çocukluğumda böyle değildi. İnsanlar artık çok doyumsuz. Küçükken bir şey almak için beklerdik. Şimdi ise çocukların her isteği hemen yerine getiriliyor ama yine de mutsuzlar." şeklinde dile getirdi.

Aşık, Arnavut kültürünü hala evinde yaşatmaya devam ettiğinin altını çizerek, sözlerini şöyle tamamladı:

"Annem hep, 'Bizim mayamız hamurla tutulmuş' derdi. Hamur yemediğimiz, börek yemediğimiz zaman kendimi aç hissediyorum. Hafta sonları mutlaka bir gün evimizde börek yapılır. Ben küçükken de her zaman bu kültürü yaşatmaya çalıştık. Artık bir hafta börek yapmazsam çocuklar 'Börek nerede?' diye soruyorlar. Yemeği çok seven bir topluluğuz ve mutfak bizim kültürümüz için çok önemli. Arnavut kültürünü elimden geldiğince evimde ve çevremde yaşatmaya çalışıyorum."

title
Close