BM'de reform tartışmaları: BM'nin geleceği ne olacak?
Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk Onursal Profesörü ve Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi İşgal Altındaki Filistin Eski Özel Raportörü Richard Falk, BM'nin Gazze'deki soykırımı durduramamasının yapısal nedenlerini, meşruiyet savaşında Filistin'in kazandığı üstünlüğü ve...
Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk Onursal Profesörü ve Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi İşgal Altındaki Filistin Eski Özel Raportörü Richard Falk, BM'nin Gazze'deki soykırımı durduramamasının yapısal nedenlerini, meşruiyet savaşında Filistin'in kazandığı üstünlüğü ve BM'nin küresel kamuoyunu şekillendirmedeki rolünü AA Analiz için kaleme aldı.
***
Dünya genelinde yaygın olarak, Birleşmiş Milletler'in yaklaşık iki yıldır Gazze'deki soykırımı durduramadığı için artık savaşların önlenmesi ya da küresel güvenlik söz konusu olduğunda uluslararası arenada hayal kırıklığı yaratan, işlevsiz bir aktör haline geldiği düşünülüyor. BM, açıklamalar yapıp kınamalarda bulunabiliyor ancak yaptırım yetkisine sahip tek organı olan Güvenlik Konseyi, beş daimi üyesinden birinin ya da birkaçının vetosu ile kilitlendiğinde harekete geçemiyor. Bu ağır eleştiri bir ölçüde doğru olsa da sadece bu noktada bırakıldığında oldukça yanıltıcıdır.
Beş daimi üye ayrıcalıkları: 1945'ten beri sorunlu bir düzen
BM'nin kuruluşuyla ilgili çoğu zaman gözden kaçan gerçek, örgütün en baştan İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinin, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri'nin önceliklerini gözeterek tasarlanmış olmasıdır. Dolayısıyla Gazze'de başarısız olması, BM'nin mevcut yapısı düşünüldüğünde aslında şaşırtıcı değildir. Beş daimi üyeye tanınan ayrıcalıklar, en güçlü devletleri -savaş sona ermeden bile geleceğin potansiyel rakipleri olarak görülen anti-faşist müttefikler dahil- BM yükümlülüklerinden muaf tutan, yüzeyde saçma ama kökleşmiş bir düzenin parçasıydı. Asıl garabet, küresel düzeni bozma kapasitesi en yüksek olan devletlerin BM Şartı'nın getirdiği yükümlülüklerden muaf bırakılmasıdır. Sonuçta BM'nin kurucu vizyonu, bakış açısına göre, ya yalnızca zayıf devletleri sınırlandırmakla yetinen mütevazı bir anlayıştı ya da güçlü devletlere küresel düzeni istedikleri gibi şekillendirme serbestisi tanıyan kibirli bir yaklaşımdı. Tıpkı farelerin kafese kapatılıp aslanlara ise dünyayı kendi ormanlarıymış gibi dolaşma özgürlüğü tanınması gibi.
Buna rağmen bu sınırlı anayasal düzen, eğer BM'nin beş daimi üyesi gerçekten uluslararası hukuka bağlı kalmayı içselleştirmiş veya BM Antlaşması'nın ünlü ifadesinde yer aldığı gibi "gelecek nesilleri savaş belasından korumayı" taahhüt etmiş olsaydı, işlevsel hale gelebilirdi. Ancak geçen 80 yıl, beş daimi üye ve diğer büyük güçlerin dış politikalarının esasen güç dengesi, caydırıcılık, ittifak ilişkileri ve stratejik çıkarlar tarafından şekillendirildiğini gösteriyor. Bu yaklaşım, büyük devletlerin dış politikasında hakim olan; antik çağda Yunan tarihçisi Thukydides, modern dönemde ise Machiavelli ve Kissinger tarafından örneklenen "siyasi realizm" anlayışıyla örtüşmektedir. Nükleer silahsızlanma konusunda uzlaşılamaması, Hiroşima sonrasında bile siyasi realizmin uluslararası ilişkilerin sert gerçeklerine uyum sağlamayı inatla reddettiğinin en açık göstergesiydi.
Bu anlayış küresel güvenlik ve dünya barışını, gücün yönetimini zorlaştıran hukuk ve ahlaki ilkelerden arındırarak kavramsallaştırmaktadır. İsrail'le olan stratejik ve ideolojik bağlar dikkate alındığında, bir daimi üye ya da müttefiki söz konusu olduğunda BM'nin soykırıma uğrayan bir halkı korumaktan dışlanacağı öngörülebilirdi. BM Antlaşması'nın gelecekteki dünya siyasetiyle daha uyumlu hale gelmesi, Güvenlik Konseyi'nin olumsuz veto gücünün sınırlandırılmasını ve 193 üye devleti temsil eden Genel Kurul'un güçlendirilerek hukuku uygulama ve hangi büyüklükte olursa olsun tüm devletlerin suçlarına karşı harekete geçme yetkisiyle donatılmasını gerektiriyor. Ancak böylesi bir reformun gerçekleşme ihtimali zayıf görünüyor, zira beş daimi üye ve müttefikleri, siyasi realizmin şekillendirdiği küresel güvenlik anlayışına sıkı sıkıya bağlı kalıyor ve halklarının barış yanlısı görüşlerine kulak verseler dahi güçlü silah sanayisinin etkisiyle çizgilerini değiştirmiyor.
BM'nin sınırlarını aşan uyum kapasitesi
Yine de bu değerlendirmeden, BM'nin uluslararası hukuk ve ahlakın ağır ihlallerine karşı tamamen işlevsiz olduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir. BM, eksikliklerini telafi eden yaratıcı bir uyum kapasitesi geliştirerek, küresel güvenliğin şekillenmesinde hukuk ve ahlakın etkisini güçlendirmeyi başarmıştır. Bu, kısa vadede BM'nin siyasi organlarının ya da Uluslararası Adalet Divanı'nın savaşları önleme rolünü doğrudan artırdığı anlamına gelmez. Ancak bu organlar, büyük uluslararası çatışmalarda tarafların uluslararası hukuk ve ahlaka dayalı meşruiyet ve mağduriyet iddialarını şekillendirmede dolaylı ama güçlü bir etkiye sahiptir. Tarih boyunca da "meşruiyet savaşlarını" kazanan taraf, askeri açıdan zayıf olsa bile siyasi sonuçları belirlemede üstünlük sağlamıştır. 20. yüzyıldaki sömürge karşıtı mücadelelerde Avrupa güçleri, Vietnam Savaşı'nda ise ABD bu gerçeği açıkça deneyimlemiştir.
UAD ve BM Genel Kurulu'nun, dünya çoğunluğunu yansıtan kararları, 7 Ekim'den bu yana süren meşruiyet mücadelesinde iplerin Filistin'in elinde olduğunu ortaya koyuyor. İsrail'in kaybı ise giderek yaygınlaşan "parya devlet" algısıyla kendini gösteriyor. Bu tarihsel eğilimin, Güney Afrika ve Cezayir'de olduğu gibi siyonist yerleşimci-sömürgeci projeyi sona erdirip erdirmeyeceği henüz belirsiz. Aynı şekilde, Filistin halkının direncini sürdürüp sürdüremeyeceği ve Gazze semalarını iki yıldır karartan soykırım gölgesinden adalet temelli bir geleceğin doğup doğmayacağı da bugün için ciddi bir soru işareti. Ancak Filistinliler başarılı olursa, BM de nihayet hak ettiği itibarı, Filistin direnişinin kararlılığı ve Küresel Güney'in dayanışma girişimleriyle birlikte kazanacaktır.
Sivil toplum, özel raportörler ve insan haklarını gözetme çabaları
BM, Filistin'in hak mücadelesine doğrudan olmayan ama önemli katkılar da sundu. Örneğin İnsan Hakları Konseyi, komisyonları ve özel prosedürleri aracılığıyla uygulama, hesap verebilirlik ve suç ortaklığı boşluklarını tarafsız biçimde ortaya koyarak, soykırımın önlenmesi konusunda Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul'un yetersizliğini gözler önüne serdi. Böylece sorumluluk, sivil toplumun dinamik kesimleri aracılığıyla harekete geçen dünya halklarına geçti.
BM'nin İşgal Altındaki Filistin Toprakları Özel Raportörü Francesca Albanese'nin özellikle İsrail'in işlediği soykırımı belgeleyen üç raporu, İsrail'in hukuk tanımazlığını açığa çıkarırken, destekçi hükümetlerin gerekçelerini ve Batı'daki ana akım medyanın otosansürünü de boşa çıkardı. Bu raporların etkisini kırmak isteyen ABD, 9 Temmuz'da alışılmadık bir adım atarak maaş almayan bir BM insan hakları uzmanına yaptırım uyguladı ve onun yaklaşan Genel Kurul toplantılarına katılmasını engelledi. Bu, yalnızca BM personelinin görevlerini yerine getirmesine müdahaleyi yasaklayan Ev Sahibi Ülke Anlaşması'nın ihlali değil, aynı zamanda ABD'nin, konu İsrail olduğunda, BM'nin gerçeği dile getirmesine karşı ne kadar hassas hale geldiğinin göstergesiydi.
Filistinlilere BM oturumları için ABD vizesi verilmemesi
Gazze'deki gerçekleri perdeleme çabası, saygın Filistinli sivil toplum kuruluşlarına (Al-Haq, Al Mezan İnsan Hakları Merkezi, Filistin İnsan Hakları Merkezi) yönelik yaptırımlarda ve BM'nin 80. yılı vesilesiyle toplanan oturumlarda Filistin Yönetimi liderlerinin ve tüm Filistinli vize sahiplerinin ABD'ye girişinin engellenmesinde de açıkça görüldü. İsrail meşruiyet savaşını kazanıyor olsaydı, böylesi adımlara gerek kalmazdı. Profesyonel görevlerini yerine getiren kişilere yönelik bu cezalandırıcı müdahaleler, daha büyük stratejik hedeflerin raydan çıktığını gösteren bir hayal kırıklığının ifadesiydi.
Gazze'de insani yardım alanında yıllarca olağanüstü bir rol üstlenen UNRWA'yı da anmadan geçmemek gerekir. 7 Ekim'den bu yana, tesislerine yönelik saldırılar nedeniyle 360'a yakın personelini kaybeden UNRWA, on binlerce Gazzeliye barınma, gıda, su, yakıt, ilaç, eğitim ve sağlık hizmeti sağlamış, büyük acıları hafifletmeye çalışmıştır. 2025 başında İsrail tarafından Hamas'la işbirliği yaptığı gerekçesiyle Gazze'den çıkarılması, bu rolün sona ermesine yol açmıştır. İsrail'in insani yardımı engellemesi, Uluslararası Adalet Divanı tarafından da insanlığa karşı işlenmiş ciddi suçlar olarak nitelendirilmiştir.
BM'nin 80. yılına denk gelen en temel mesaj şudur: Eğer failler beş daimi üye ya da onların yakın müttefikleri ise BM'nin soykırımı durduracak anayasal bir yetkisi bulunmamaktadır. Bu durum, Filistinlilerin haklarının açık bir ihlali ve BM açısından çarpıcı bir başarısızlıktır. Ancak yine de bu tablo, örgütün etkisini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir. BM, İsrail'in soykırımını kınayan küresel bir mutabakatın oluşmasına kayda değer katkılar sağlamış, geç de olsa Filistin mücadelesiyle dayanışmayı meşru bir zemin olarak tanıma yönünde adım atmıştır. BM'nin harekete geçme zamanı çoktan geçmiş olsa da, eğer bu gerçekleşirse Filistin'in zaferinin tanınması sürecinde örgütün itibarını yeniden kazanması için hala geç olmayacaktır. Bunun yolu ise Genel Kurul'un "Barış için Birleşme" kararı uyarınca yetkilendireceği bir BM Koruyucu Gücü'nün askeri müdahalesinden geçmektedir. Böyle bir adım atılabilirse, BM'nin Gazze'deki İsrail suçlarına uzun süre kayıtsız kalmasına rağmen örgüt açısından kurtarıcı bir dönüm noktası olacaktır.
[Richard Falk, Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk Onursal Profesörü ve BM İnsan Hakları Konseyi İşgal Altındaki Filistin Eski Özel Raportörüdür]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.