Analiz - AB Parlamentosu Raporu ve Ötesi
Avrupa Parlamentosu 7 Temmuz günü yaptığı oylamayla Hollandalı Parlemanter Kati Piri'nin Türkiye üzerine hazırladığı raporu büyük bir oy çoğunluğuyla kabul etti.
TARIK OĞUZLU - Avrupa Parlamentosu 7 Temmuz günü yaptığı oylamayla Hollandalı Parlemanter Kati Piri'nin Türkiye üzerine hazırladığı raporu büyük bir oy çoğunluğuyla kabul etti. Rapor AB Komisyonu ve AB Konseyi'ne Türkiye'yle yürütülmekte olan üyelik müzakerelerinin ivedilikle sonlandırılmasını ve AB-Türkiye ilişkilerinin üyelik süreci bağlamından çıkartılıp ortak ekonomik, güvenlik ve stratejik çıkarlar etrafında yeniden tanımlanmasını tavsiye ediyor.
Belirtmek gerekir ki AB Parlamentosu'nun aday ülkelerle sürdürülen üyelik müzakerelerini sonlandırma yönünde bir karar alma yetkisi yok. 3 Ekim 2005 tarihinde kabul edilen Müzakere Çerçeve Belgesi'ne göre üyelik müzakerelerinin sonlandırılmasını ya da askıya alınmasını ya AB Komisyounu ya da üye ülkelerin üçte biri önerebiliyor. Son karar ise AB Konseyi'ne ait. Üye devletlerin temsil edildiği Konsey nitelikli oy çoğunluğu ile bu yönde karar alabiliyor. Müzakerelerin tekrar başlamsı ise üye devletlerin hepsinin ortak kararına bağlı.
Avrupa Parlamentosu'ndaki dengeler
Bu arka plandan bakıldığında üst düzey Türk yöneticilerin AB Parlamentosu'nun söz konusu raporunun kabul edilmesi karşısında verdikleri tepkiler, yani Türkiye'nin bu kararı yok hükmünde sayacağı, teknik açıdan yanlış değil. Kararın açıklandığı gün Türkiye'de bulunan AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu komiseri ve bazı AB liderlerinin yaptıkları açıklamalar da üyelik müzakerelerinin devam etmesi gerektiği yönünde.
Yalnız, ne işin teknik boyutu ne de karar sonrası yapılan Türkiye yanlısı açıklamalar bu raporun ortaya çıkardığı olumsuz havayı önemsiz kılıyor. Unutmamak gerekir ki AB Parlamentosu AB halklarının doğrudan seçtiği parlamenterlerden oluşur ve AB komuoyunun genel hissiyatını yansıtır. Parlamento'da farklı siyasi gruplar ve hareketler ideolojilerine göre gruplandırılır ve parlamenterler vatandaşı oldukları üye devletleri değil Parlamento çatısı altında yer aldıkları siyasi grupları temsil ederler. Bir diğer şekilde söylemek gerekirse AB Parlamentosu AB'nin en önemli ulusüstü organıdır.
2009'da kabul edilen Lizbon Anlaşmasıyla AB Parlamentosu'na geniş yetkiler verilmiştir. Parlamento, AB Konseyi'yle birlikte AB'nin yasa yapma yetkisini paylaşır. Üye olmak isteyen devletlerle yürütülecek üyelik müzakerelerinin başlaması ve sonuçlandırılması AB Parlamentosu'nun kararına da bağlıdır. Türkiye'nin bütün fasıllarda müzakereleri başarıyla açıp kapattığını, Komisyon'la katılım anlaşmasını imzaladığını ve bu anlaşmanın üye devletlerin her birisi tarafından kendi iç hukuk düzenlemelerine göre onaylandığını varsaysak bile, son tahlilde AB Parlamentosu bu üyeliği onaylamazsa Türkiye AB'ye üye olamaz. AB bütçesinin kabul edilmesi ve AB Komisyonu ve Konseyi'nin imzaladığı bir çok anlaşmanın yürürlüğe girmesi de AB Parlamentosu'nun onayına bağlıdır.
Üyeliğe yönelik farklı perspektifler
Bugünkü kompozisyonu itibariyle parlamentoda Hıristiyan Demokrat ve muhafazakar gruplar ağırlıkta. Son yıllarda yükselişe geçen aşırı sağ ve sol gruplar da parlamentoda temsil edilmekte. AB'nin çok-kültürlülük, evrensel ve laik değerler üzerine bina edilmesi gerektiğini düşünen ve AB bütünleşme sürecini kimliksel ve medeniyet merkezli bir proje yerine daha çok siyasi bir barış projesi olarak gören sosyal demokrat ve liberal gruplar bugün itibarıyla parlamentoda çoğunlukta değiller. Bu gruplar teorik açıdan bakıldığında Türkiye'nin Kopenhang kriterlerini eksiksiz uygulaması ve AB'nin kurucu değerlerini şüpheye yer vermeyecek şekilde benimsemesi durumunda Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakmaktadırlar. Hıristiyan Demokrat ve muhafazakarların kimlik ve medeniyet perspektifini daha fazla önemsedikleri düşünüldüğünde parlamentonun Piri'nin hazırladığı raporu kabul etmesi anlaşılır. 477 vekilin rapora okumlu oy verdikleri düşünüldüğünde muhafazakar blok dışında kalan bazı vekillerin de raporu onayladıkları görülüyor.
Türkiye-AB ilişkileri uzunca bir zamandır sağlıklı bir zeminde ilerlemiyordu. 12 sene önce başlayan müzakere sürecinde sadace bir faslın müzakerelere açılıp kapanması ve bügün itibarıyla toplamda 15 fasılda müzakerelere devam ediliyor olması zaten yeterince can sıkıcı. Bazı başlıklarda müzakerelerin açılmasını bazı üyelerin veto etmesi ve geçen sene aralık ayında toplanan AB Konseyi'nde Avusturya'nın Türkiye'yle yürütülmekte olan müzakerelerin askıya alınması yönündeki tavrının son anda önlenmesi ve resmen kabul edilmese de AB tarafında yeni hiçbir başlık açılmaması yönündeki eğilimin güçlenmesi ileriye dönük karamsar bir tablo sunuyor. İkili ilişkilerin mülteci krizi bağlamında 2016 yılının bahar aylarında varılan göç anlaşmasına, AB ile Türk liderlerin konjonktürel şartlar gereği yaptıkları zirve toplantılarına ve gümrük birliği anlaşmasının gözden geçirilmesi yönündeki irade beyanlarına indirgenmesi ilişkilerin üyelik dışı bağlamlarda yeniden tanımlanmaya başladığını gösteriyor.
AB tarafında Türkiye'ye yöneltilen itirazlar biliniyor. Türkiye'nin son yıllarda demokratikleşme sürecinden uzaklaştığı, giderek otoriter bir siyasi iklime kaydığı ve bu yılın nisan ayında yapılan halkoylamasıyla kabul edilen anayasa paketiyle de liberal demokrasinin güçler ayrılığı prensibinden uzaklaşılıp yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanlığı'nın altında güçler birliği prensibine yaklaşıldığı sıklıkla dile getiriliyor.
Avrupa'nın önceliği bütünleşme süreci
2008'de başlayan ekonomik krizin etkilerini hala tam olarak atlatamayan, Rusya'nın Ukrayna ve Kırım politikaları nedeniyle kendini güvensiz hissetmeye başlayan, Arap Baharı sürecinde Ortadoğu bölgesinde yaşanan çalkantıların etkilerini mülteci krizi örneğinde görüldüğü üzere iliklerine kadar hisseden AB ülkelerinde genişleme karşıtı, küreselleşme sürecine tepkili ve çok-kültürlü toplum anlayışından hazzetmeyen aşırı sağ ve sol grupların son zamanlarda güç kazanıp siyasette etkili konuma erişmesi Türkiye'nin olası üyeliğini kolaylaştıracak bir zemin kesinlikle sunmuyor. Avusturya, Hollanda ve Fransa'da yapılan seçimleri merkez ve AB bütünleşmesi yanlısı siyasilerin kazanmış olması da yakın gelecekte Türkiye'ye karşı iyimser bir bakış açısının benimseneceği anlamına gelmiyor. Merkel'in bu yılın Eylül ayında ülkesinde yapılacak parlamento seçimlerini kazanması da Almanya'da Türkiye alehine oluşan havayı kolayca dağıtmaya yetmeyecek. Bilakis Türkiye karşıtlığı üzerinden oy devşirme yarışı seçim kampanyasında daha da hızlanabilir.
Brexit kararının olası siyasi ve ekonomik sonuçlarıyla Trump'un transatlantik ilişkileri ciddi anlamda zora sokan siyasi tavırlarının AB'nin gündemini meşgul edeceği önümüzdeki yıllarda AB'nin temel önceliği bütünleşme sürecini devam ettirip kendine çeki düzen vermek ve küresel arenada sert ve yumuşak güç unsurlarıyla etki uyandırabilen bir aktöre dönüşmek olacak. Böyle bir konjonktürde AB'nin Türkiye'nin üyeliğine vakit ayırmayacağı ve bunu olabildiğince ertelemeye çalışacağı ortada.
Türkiye'den görülen Avrupa
Türkiye'den bakıldığında da ilk göze çarpan AB'nin Türkiye'ye iki yüzlü davrandığı, Türkiye'yi Ortadoğu bölgesinden kaynaklanan başta mülteci hareketleri olmak uzere türlü türlü güvenlik risklerini AB'ye ulaşmadan absorbe etmesi gereken bir tampon ülke gibi gördüğü, Türkiye'yi ürettiği malları satabileceği büyüyen bir pazar olarak değerlendirdiği, ülke içinde yaşanmakta olan demokratik siyasi dinamikleri kendi arzuladığı yönde sonuçlar ortaya çıkarmadığı için olmusuz algıladığı, stratejik otomomi elde etme yönünde evrilen Türkiye'nin dış politika açılımlarını, özellikle de Ortadoğu bölgesinde, Türkiye'nin Batıdan uzaklaşma iradesi olarak gördüğü, Arap Baharı ve Ortadoğu'da yaşanmakta olan çalkantıların Türkye'nin ulusal güvenliğine yönelttiği tehlikleri önemsemediği, Türkiye'nin ülke içinde daha fazla güvenlik adına attığı adımları özgürlüklerin ciddi biçimde kısıtlanması şeklinde okuduğu, 15 Temmuz hain darbe girişimi karşısında Türkiye'deki seçilmiş iktidarın yanında yer alma noktasında tereddüt gösterdiği ve darbe sonrasında AB ülkelerine iltica eden FETÖ sempatizanlarının ülkeye iadesi noktasında ayak dirediğidir.
Böyle bir ortamda her iki tarafın da Türkiye'nin yakın gelecekte üye olamayacağını kabul edip ona göre bir strateji belirlemesi gerekir. AB, Türkiye'nin liberal demokratik dönüşümüne her zamankinden daha fazla destek vermesi gerektiğini bir an önce anlamalıdır. Üyelik müzarekelerini toptancı bir yaklaşımla durdurmak yerine zor ve anlamlı olanı seçip Türkiye'nin AB'nin siyasi standartlarına yaklaşmasına yardımcı olacak başlıkları bir an önce müzakereye açması herkesten önce AB'nin kendi çıkarınadır. Yüzü Avrupa'ya ve onun değerlerine dönük bir Türkiye herhalde çok daha tercihe şayandır.
AB, Türkiye üzerinde son yıllarda kaybettiği aşikar olan etki gücünü ancak bu şekilde geri kazanabilir. Bunun yanında Gümrük Birliği'nin güncellenmesi olgusuna salt ekonomik mantıktan bakıp bu süreçte yapılacak müzakereleri bir de siyasi kriterlere bağlaması AB'nin Türkiye'yi iyice kendinden uzaklaştırmasına neden olur. Unutmamak gerekir ki Türkiye, AB bütünleşme tarihinde tam üye olmadan gümrük birliğine girmeyi kabul eden ilk ve tek ülkedir. AB'nin, Türkiye'nin bu kararı olası ekonomik dezavantajlarına rağmen alabilmiş olmasının anlam ve önemini doğru değerlendirmesi gerekir. Türkiye'nin gümrük birliğini güncellenmiş haliyle devam ettirmek istemesi onun AB ailesi içinde olmayı hala istediğinin en önemli kanıtlarından biridir. AB'nin bunu görmesi gerekir. AB'ye karşı dile getirmiş oldukları bütün tepkisel ve kızgınlık dolu söylemlerine rağmen Türkiye'yi yönetenlerin AB üyeliğinin Türkiye'nin hala en önemli stratejik önceliği olduğunu söylemeye devam etmeleri manidardır. AB'nin bunu da görmesi gerekir. İçinde Türkiye'nin de olduğu AB'nin küresel etki kapasitesi bugunkü duruma nazaran kesinlikle daha fazla olacaktır.
- Uzun vadeli düşünmek tarafların çıkarına
Türkiye açısından önemli olan ise hem olası AB üyeliğinin hem de sağlıklı işleyen bir üyelik sürecinin Türkiye'nin ulusal çıkarlarına hizmet ettiği gerçeğidir. Ne Şanghay İşbirliği Örgütü, ne Avrasya Ekonomik Birliği, ne de Rusya ve Çin başta olmak üzere yükselmekte olan güçlerle geliştirilecek yakın ekonomik ve stratejik ilişkiler genel olarak Batı özel olarak da AB ile geliştirilen kurumsal ilişkilerin yerini tutabilir. AB bütünleşme boyutu eksik bir şekilde Türkiye'nin bahsedilen diğer kurum ve aktörlerle kuracağı ilişkilerde pazarlık gücü ciddi oranda azalır. Türkiye'nin Batı nezdindeki konumu onun Doğu'daki etki kapasitesini de etkilemektedir. Türkiye'nin Ortadoğu bölgesi halklarının gözünde sahip olduğu dikkat çekici olumlu algı, Türkiye'nin AB üyelik sürecinde kat ettiği olumlu mesafeden bağımsız bir şekilde düşünülemez. Türkiye'nin dış ticaretinde AB'nin ağırlıklı konumu, Türkiye'ye gelen yabancı yatırımların üçte ikisinden fazlasının AB menşeli olması önemlidir.
Bütün bu arka plandan bakıldığında kısa vadeli düşünüp üyelik müzakerelerini dondurmak ya da ikili ilişkileri dar bir stratejik, güvenlik ve ekonomi işbirliği kıskacına hapsetmek iki tarafın da çıkarına değildir. Bu süreçte uzun vadeli düşünüp sabırlı hareket etmek herhalde iki tarafın da en fazla ihtiyacı olan şey.
[Doktora derecesini Bilkent Üniversitesi'nden alan Prof. Dr. Tarık Oğuzlu Antalya Bilim Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]