"1950'li yılların sineması Batı'dan kopya değil"
Oyuncu Deniz Türkali, sinemaya ilginin 1950'lerdeki sanayileşmeyle birlikte başladığını belirterek, "1950'li yılların sineması ilginç bir şekilde Batı'dan kopya değil. Batı'dan kopya çok az film var. O durum daha çok 1960'larda başlıyor.
Oyuncu Deniz Türkali, sinemaya ilginin 1950'lerdeki sanayileşmeyle birlikte başladığını belirterek, "1950'li yılların sineması ilginç bir şekilde Batı'dan kopya değil. Batı'dan kopya çok az film var. O durum daha çok 1960'larda başlıyor. 1950'li yıllarda daha çok arayışlar var." dedi.
TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım AŞ tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği iş birliğiyle düzenlenen, Anadolu Ajansının (AA) global iletişim ortağı olduğu 38. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nda "Sinemada 50 Kuşağı" söyleşisi gerçekleştirildi.
Heybeliada Salonunda gerçekleştirilen programda, sinema yazarı Atilla Dorsay ve oyuncu Deniz Türkali fuar ziyaretçileriyle buluştu.
Sinemaya ilginin 1960'larda arttığını aktaran Dorsay, "Bunun sosyolojik nedenleri var. 1960'lar göç yılları. Taşradan büyük kentlere gelenler tek eğlence olarak sinemayı seçiyor. Sermaye gerçek anlamda sinemaya geliyor. İlk büyük yapımcılar ortaya çıkıyor ve film sayısı giderek artıyor. Büyük yıldızlar, büyük yönetmenler vesaire ama 1950'lerde bütün bunların tohumları atılıyor. O kadar ilginç ki 1950'lerin filmleri bana ayrı bir zevk veriyor." ifadelerini kullandı.
"Metin Erksan unutulmayacak bir yönetmen"
Dorsay, 1950'lerin sinemasında Muhsin Ertuğrul'un yanı sıra Vedat Örfi Bengü, Sami Ayanoğlu, Seyfi Havaeri, Semih Evin, Faruk Kenç gibi, çoğu tiyatro kökenli eski isimlerin hakim olduğunu söyledi.
"Sinemacılar Kuşağı"nı "Vurun Kahpeye" filmiyle 1949'da Lütfi Akad'ın başlattığına işaret eden Dorsay, "Çünkü ondan sonra yaptığı her film daha iyiydi. Adamın ilk filmi. Lütfi Akad, Erman Film'de muhasebeci. Böyle bir proje var ve Hürrem Erman 'O yönetmeni kovdum, bunu sen yöneteceksin' diyor. Lütfi Akad bu koşullarda 'Vurun Kahpeye' gibi bir filmi yapıyor. Sinema duygusu olan bir film." diye konuştu.
Dorsay, 1953'te ilk renkli Türk Filmi "Halıcı Kız"ın Muhsin Ertuğrul tarafından sinemaya kazandırıldığına dikkati çekerek, şunları kaydetti:
"Aynı yıl Amerika'dan gelen Ali İpar 'Hayır, ilk renkli filmi ben yapacağım' diyor ve 'Salgın' adlı filmi çekiyor. Sonradan yalnız onlar değil sinema tarihçileri de birbirine giriyor. Hangisi daha eski, hangisi ilk renkli Türk filmi? Çünkü 'Salgın', proje olarak daha önce başlanmış ama ilk piyasaya çıkan 'Halıcı Kız' oluyor."
Sinema açısından 1958'in çok iyi geçtiğinin altını çizen Dorsay, "Metin Erksan'ın hayatı sansürle boğuşmakla geçiyor. Bu kadar sansürün üzerine eğildiği ve filmlerini yasakladığı yönetmenimiz pek olmadı ama inadından vazgeçmiyor. Sonra popüler sinemayı seçse de daha sonra 'Susuz Yaz', 'Kuyu', 'Sevmek Zamanı' gibi filmlerle unutulmayacak bir yönetmendir." değerlendirmesini yaptı.
"Yeşilçam Sineması 1940-1950'lerdeki sinemanın üzerine var oldu"
Son olarak "50 Unutulmaz Film Daha-Sinemanın Hazineleri" kitabını okuyucuyla buluşturan Atilla Dorsay, "Atıf Yılmaz'dan üst üste 3 tane başyapıt geliyor. 'Alageyik', 'Bu Vatanın Çocukları', 'Karacaoğlan'ın Kara Sevdası'... Size içtenlikle söylüyorum, bu filmi art arda seyretseniz Atıf Yılmaz'a aşık olursunuz. Bu kadar incelik, duyarlılık, Anadolu gerçeğini yakalamak..." ifadelerini kullandı.
Deniz Türkali de Yeşilçam Sineması'nın yalpalamaların, arayışların olduğu 1940-1950'lerdeki sinemanın üzerine var olduğunu ifade etti.
Sinemaya ilginin 1950'lerdeki sanayileşmeyle birlikte başladığını anlatan Türkali, "1950'li yılların sineması ilginç bir şekilde Batı'dan kopya değil. Batı'dan kopya çok az film var. O durum daha çok 1960'larda başlıyor. 1950'li yıllarda daha çok arayışlar var." diye konuştu.
"İnsanları kutsal hale getirip toz kondurmamak son derece ayıp gelmeye başladı"
Türkali, sosyal yapının değişiminin sinemaya çok ciddi olarak yansıdığına vurgu yaparak, hayatın sinemayı, sinemanın da hayatı çok etkilediği yorumunu yaptı.
O dönemlerde çoğu filmde kadına tokat atılan sahnelerin yer aldığını belirten oyuncu, sözlerini şöyle tamamladı:
"Sinemada, edebiyatta ve politika hariç hayatın her alanında biz işi mi beğeniyoruz adamı mı beğeniyoruz? Bir adamın ya da kadının işini, bazı yanlarını beğenirsiniz. Kutsallaştırmak, toz kondurmamak, eleştiriye kapalı olmak, 'Çünkü ben onu çok seviyorum'la açıklanabilir bir şey değil. Yılmaz Güney'i birçok yanıyla ben de çok seviyorum ama birçok yanıyla da midemi bulandırıyor. Bu da bir gerçek ama bu bir sürü şey için geçerli. Aynı şey, isterseniz öfkelenin, çok kızdığım bazı konularda Nazım Hikmet için de geçerli. Atatürk için de Karl Marx için de geçerli. Yani insanları kutsal hale getirip toz kondurmamak, hele 21. yüzyılda artık bana son derece ayıp gelmeye başladı."