G-7: Artık var olmayan bir dünyaya ait olan kurum
ABD hegemonyası altında inşa edilmiş uluslararası ekonomik ve siyasi dengeler, 2009'dan bu yana etkisini sürdüren düşük büyüme dönemi içinde bozuldu ve yeniden şekillenmeye başladı.
Geçen yıl G7 (ABD, Japonya, Kanada, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya) toplantısı, tam anlamıyla bir fiyasko olmuştu.
Katılımcıların hemen hepsinin ülkelerinde zorlu iç politika sorunlarıyla yüz yüze olduğunu göz önüne alınca, bu yıl da çok farklı bir sonuç beklemek için güçlü bir neden yoktu.
Geçen yıl ABD Başkanı Donald Trump G-7 toplantısını erkenden terk etmiş uçakta, toplantıya ev sahipliği yapan Kanada Başbakanı Justin Trudeau'ya yönelik aşağılayıcı, adeta Kanada'yı 'düşman' olarak betimleyen sözler sarf etmiş, sonra da toplantıdan çıkan sonuç belgesini, belgedeki "kurallara dayalı uluslararası düzen" ifadesinden dolayı imzalamayı reddetmişti.
Sonuç olarak "kurallara dayalı uluslararası düzen" kavramı üzerinde bile bir görüş birliğine varılamayan 2018 G-7 toplantısı uluslararası düzenin kuralsızlaşmaya; ABD ve diğer altı üye ülke arasında derin bir çatlağın oluşmaya başladığını düşündüren bir resim sergilemişti.
G-7'nin geçtiğimiz hafta sonu Fransa'nın Biarritz kentinde gerçekleştirilen 2019 toplantısı öncesinde, bu yılki toplantıdan da kayda eğer bir sonuç çıkması beklenmiyordu.
Yine de iki ilginç gelişmeden söz edilebilir.
Birincisi, G-7 toplantısına ev sahipliği yapan Fransa Devlet Başkanı Macron, ABD Başkanı Trump'la toplantıdan önce bir araya geldi.
Belli ki Macron, Trump'ın beklenmedik bir hareket yapmasını önlenmeye çalışmıştı.
Bu buluşmanın ardından, Macron toplantı sonrasında bir sonuç bildirgesi yayımlama geleneğinden vaz geçildiğini açıkladı.
İkincisi, İran Dışişleri Bakanı Biarritz'e "sürpriz" bir ziyaret gerçekleştirdi.
Böylece Macron, İran'ın nükleer silahlar edinmesini önleyen anlaşmayı toplantının gündeminde ön sıraya yükseltti.
Bu konuda kayda değer bir gelişme yaşanmadı ama, iç politikada Macron'un inisiyatifli politikacı imajını güçlendirdiği, söylenebilir.
Pazartesi günü, Le Monde'un yorumu da bu yöndeydi.
Artık olmayan dünyaya ait bir kurum
G-7 toplantısında ortak sonuç belgesi yayımlamaktan vaz geçilmesi üyeler arasındaki çatlakların su yüzüne çıkmasını önlemeyi, bir "işbirliği" izleniminin korumayı amaçlıyordu.
Ancak bu görüntüyü kurtarma çabası, toplantının, küresel sorunların çözümlerine katkıda bulunacak bir merkez olarak varlık nedeni üzerindeki sorular daha da arttı.
Halbuki dünyanın gündemi, ticaret savaşları hızla güçlenen bir resesyon olasılığı, iklim krizini daha da ağırlaştırması kaçınılmaz Amazon orman yangınları, Brexit, İran nükleer programı, Pakistan ve Hindistan gibi iki nükleer güç arasındaki Keşmir krizi, Hong Kong isyanı, gibi acil çözüm bekleyen ve gittikçe ağırlaşan sorunlarla yüklü.
Bu sorunlar karşısında G-7'nin bir çözüm üretme merkezi olarak varlık nedeni üzerindeki, en önemli soru şöyle özetlenebilir: Dünyanın ikinci ekonomik gücü Çin'i, nükleer silah ve güç merkezi Rusya'yı, ekonomik ve asker açıdan hızla büyüyen, dünyanın en büyük nüfusa sahip ikinci ülkesi Hindistan'ı ve dünyanın akciğeri olarak bilinen Amazon ormanlarının "sahibi" Breziya'yı kapsamayan bir gruplaşma gündemdeki sorunlara nasıl çözüm üretebilir?
Yediler grubu (G-7) yetmişlerin ikinci yarısında şekillendiğinden bu yana dünya çok değişti.
Soğuk Savaş bitti, "Terörizme karşı küresel savaş" geldi geçti, dünyanın ekonomik düzeni birbirini izleyen finansal krizlerle sarsıldı, nihayet ABD hegemonyası altında inşa edilmiş uluslararası ekonomik ve siyasi dengeler, 2009'dan bu yan etkisini sürdüren düşük büyüme dönemi içinde bozuldu ve yeniden şekillenmeye başladı.
Bu yeniden şekillenme şimdi devletlerarası ilişkilerde yeni kurumları ve kuralları gerektiriyor.
Ancak henüz bu kuralları ve kurumları üretebilecek ne bir liderlik ne de bir mutabakat zemini var.
G-7 toplantılarının iki yıldır bir sonuç bildirgesi üretememesinin arkasında da bu gerçek yatıyor.
G-7 artık "var olmayan" bir dünyaya ait bir kurum.
Büyük uyumsuzluk
Bu sırada bugün var olan dünya bu kuralsızlık içinde, kelimenin gerçek anlamıyla yanmaya devam ediyor.
Çünkü iklim krizini ve küresel ısınmanın varlığını inkar eden Trump ve Bolsonaro gibi politikacıların attıkları, tüm insanlığın geleceğini tehlikeye atan adımları engelleyecek bir uluslararası güç yok.
Önce dünyanın en büyük ekonomisi ve sera gazı üreticilerinden ABD, Trump'ın eliyle uluslararası iklim krizi anlaşmasından çıkmış, atmosfere sera gazı emisyonunu sınırlamayı amaçlayan çevre denetleme yasalarını gevşetmeye başlamıştı.
Daha sonra Brezilya'da aşırı sağcı politikacı Bolsonaro, büyük çiftçilerin sanayicilerin ve ticaret kesiminin temsilcisi olarak iktidara geldikten sonra çevre denetleme yasalarını hızla iptal etmeye başladı.
Amazon ormanlarında, birçok noktada tarıma, hayvancılığa, madenciliğe, keresteciliğe alan açmaya yönelik dev yangınlar başladı.
Bu yangınlar atmosfere muazzam bir CO2 ve metan gazı salarken aynı zamanda, dünyanın akciğerleri olan ormanları imha ediyor.
Amazonlardan 2.700 km uzaktaki Sao Paolo yangınların çıkardığı dumanların etkisiyle gün ortasında karanlığa bürünmüş.
Başta Avrupa ülkeleri hem küresel iklim krizinden ve Amazon ormanlarının yakılarak tarıma açılmasından yakınıyorlar hem de başta İngiltere ve İtalya olmak üzere Brezilya'dan et ve tarım ürünleri ithal etmeye devam ediyorlar.
Geçen yıl Brezilya'da sırf bu iki ülkenin talebini karşılayacak üretimi yapabilmek için toplam 2.500 futbol sahası büyüklüğünde orman alanı yok edilmiş.
Çin ve Hindistan gibi ülkeler de ekonomik/ulusal çıkar adına, CO2 ve diğer sera gazlarını üreten yakıtları ve teknolojileri kullanmaya devam ediyorlar.
Bu sırada G-7 zirvesinin son gününde, Trump iklim krizi toplantısı oturumuna katılmıyor, Brezilya'da Bolsonaro "ulusal egemenlik" kartını oynayarak, "bir sömürge değiliz karışamazsınız" - adeta istersek ormanları yakarız - diyor.
Ulus devletlere bölünmüş bir dünyada "ulusal egemenliğe sığınan" çıkarlar, tüm insanlığın, gezegendeki canlıların yaşamsal çıkarıyla karşı karşıya kalıyor.
Bu çelişkili ve tehlikeli karşılaşmanın kendini açıkça gösterdiği bir diğer alan da uluslararası ekonomi.
ABD küresel düzeni kurallara bağlayan anlaşmalardan "ulusal çıkar" gerekçesiyle çıkıyor; zaten bozulmakta olan uluslararası dengeleri daha da kırılganlaştırıyor.
ABD ile Çin arasındaki ticaret ve teknolojik üstünlük rekabetinin yol açtığı korumacılık dalgası tüm dünya ekonomisini yeni bir resesyona sürüklüyor.
ABD'nin başında istikrarsız, bir günden öbürüne tutum değiştiren, bir gün Çin mallarının tümüne gümrük vergisi getireceğini açıklayan ertesi gün bu kararı gözden geçiren, kendi Merkez bankası başkanını "düşman" ilan edebilen, bu dalgalanmalarla sık sık piyasaları sarsarak bir finansal kriz olasılığını güçlendiren bir başkanın olması da küresel çapta resesyon olasılığını arttırıyor.
Ulusal iktidarlarla insanlığın uluslararası, hatta gezegen çapında çıkarlar arasındaki çelişki ve uyumsuzluk, G-7'yi yaratan dünyanın artık geride kaldığını bir kez daha gösteriyor.